Rehberin Seyir Defteri...

Uzun zamandır bir rota analizi yazmıyordum. Ama beni bu hafta doğadan alıkoyan rahatsızlığımı anlatmanın da başka kestirmesi yok.

Tabi ki rotaları basit bir soğuk algınlığına teslim edecek değilim. Antibiyotik ile nane-limon arasına sıkışmış kadar önemsiz bir gribal durum değilse de mesele aslında sevgili kralım Anu'nun " alın bu ölümsüzlük otlarını, tez gidin eyi edin bu deyyusu.." diyeceği kadar büyük de değil. Ben zaten geçtiğimiz haftaya Cuma gecesinden yüksek ateş ile girmiştim. Görev sorumluluğu var ya mühtiş....sabaha kadar ilaç almadan, koltuk altı ve kasıklara yerleştirdiğim ve öylece unutup uyuyup kaldığım ıslak havlular sayesinde Cumartesi sabahı gülmelik durumlarda sıkıştıran ince bir öksürük ve çok hafif kırırklık dışında yürümeye hazırım. Cumartesi yürüyüşümüz umduğumuzdan yarım saat, kırkk dakika önce bitti. Beceriksiz kaptanın yolda bol keseden yaptığı zaman katliamına rağmen koridordaki koltuğumda konforlu iki bölümlük yolculuğun ardından 21:30 sularında evdeydim. Sabahına göre günün akşamımda çok daha iyiydim. Ritüeli bozmadım, haritamda kritik noktalara göz atıp gece birbuçuk gibi yattım. Sabah 05:30 'da öttü babamın duvardaki karadeniz el yapımı pistolunun horozu.
" Nooluyor ! Baskın mı var..." demeden fırladım. yılların alışkanlığı..
Pazar rotamız hep olduğu gibi Cumartesi'ye göre daha adrenalinli oldu. Başlarken sakindi ama. Herkes malzemesini kuşanda. Herkesin çantasına hediğini tek tek bağladım. Yukarıda işi şansa bırakmadım bu sefer de. Hazır olan fırladı. En son yine ben. Önce yol. Sonra dere boyu tali yol. Sonra biraz orman içi doğaçlama. Bir artan bir azalan yağmur var ama herkes hiç oyalanmadan pançosunu giyindi. Onun dışında hava sıcaklığı yürüyüş için ideal. Zeminde kar yok ve kim tutar bizi...
Orman içi geçişlerde araziye taş taş, dere dere, patika patika hakim olduğum için daha hızlı sıyrılıyorum göknar ağaçlarının sıcak gövdelerinden. Çıkılması gereken yükseltileri iki nefes üç adımda alıyoruz arkada benimle kalan Uğur abi, Malkoçoğlu ve Gazanferle. Sonra bizden çok çok öndeki gurubun öncülerini Tekkeköy yaylası civarlarında yola çıkarken yakalıyoruz. Hemen şöyle kim nerede, hangi tempoda, aksayan, kafasına sıkılması gereken var mı diye bakıyorum yüksekçe bir noktadan. Kastettiğim limon. Aksayanları hızlandırıyor, yükseklik çarpmasına iyi geliyor.
Herkesi görüyorum. Kimini pançosundan, bazılarını çift batonundan, kimini de yürüyüş modelinden tanıyorum. Bolu'dan katılan Filiz'i yayla evlerine en yakın kişi olarak çok arkada, durmuş, çantasını karıştırırken kaydediyorum hafızama. Tektük yavru göknarların yayıldığı açık, ufak tefek kayalıklı açık bir araziden yola doğru yumuşakça yükseliyor ekip. Yola çıkan biraz nefeslenip yoldan Ardalan yaylasına doğru yürümeye devam ediyor. Ben de devam ediyorum. Artık yolda 30 santimi bulan kalınlıkta sulu sert kar var. Fakat yolun güneye bakan yamaçlarında bütün kar erimiş. Ön taraf yoldan çıkıp yolu karsız tarafta takip ederek yaylaya doğru süratle ilerliyor. Yoldan çıkma noktasında mecburen Filiz'i bekliyorum. Önce Gazanfer geliyor. Filiz ona tansiyonunun düştüğünü söylemiş. Bu yüzden yavaş yavaş geliyormuş. Bekliyoruz. Yapacak bir şey yok. Tedavi edebilirsek yürür. Yoksa gurubu hedefe gönderir, Filiz'i en yakın medeniyete döndürürüm...diye düşünüyorum. Geldiğinde halsiz buluyorum. Ama tansiyondan çok kan şekeri gibi geliyor bana. Çantasından tatlı bir şeyler çıkartıp yediriyorum. Yemek istemiyor. Zorluyorum. Yüksek tempoda kan şekeri düştü. Yayla yolunu güneye bakan karsız arazide yaylaya doğru izliyoruz. Yalandan birşeyler atıştıran Filiz fenalaşıyor. Sırt üstü yatırıp ayaklarını kaldırarak beş dakika bekletiyorum. Sonra çantasından çıkarttığı çikolatayı yiyinceye kadar üç beş kare fotoğraf çekiyorum.
Yaylaya geliyoruz. Gurup yaylada. " Ne yapalım ? " diye soruyorlar. " durmayalım. Molayı yukarıda veririz. Yaylanın güney batı yönünde varolan vadiyi sağ koldan sıyırıp vadi biter bitmez siz olmazsa zirveyi göreceklerini, sağ kolda araziyi yay gibi kullanarak hedefe devam edin.." diyerek gurubu gönderiyorum. Bu arada Filiz yaylada Necmiye'den aldığı takviyelerle de enerjisini arttırıyor. Sonra beklemeden öndekileri takibe başlıyoruz. Vadinin daha başlarındayken yumuşak karda belimize kadar battığımızda hediklerimizi takıyoruz. Hedikleri takınca iş daha kolay oluyor. Öndekinin hedik izinde apartman basamağı çıkar gibi tıkır tıkır yükseliyoruz. Vadinin başına gelmek üzereyken Filiz bir kez daha tükeniyor. Bu sefer on dakika yemek molası veriyoruz. Ve tam teşekküllü besleniyor. Daha iyi olunca öne geçiyorum ve öndekileri izinde ilk iş vadinin başına çıkıyoruz. Sis yok ve zirve görünüyor. ama aşağıda zirvenin elli metre dibinden başlayan kuzeyden güneye başka bir vadi var. İnmiyoruz. Sağdan geniş bir yay çizerek zirvenin dibindeki kuru ağaca doğru dik bir çıkış yapacağız. Öndeki izler önce aşağı inmişler. Sonra altımızda bir seviyeden sağ yaparak bizimle aynı yön gitmişler. Sonra sola dönmeleri, kuru ağaca çıkış yapmaları gerekirken sağa devam etmişler. Elbette ki o canavarların peşinden gitmiyoruz. Doğru rotayı kullanarak önce kuru ağaca, sonra da zirvenin güneydoğusundaki sırta çıkıyoruz. Önümüzde huninin en geniş yerinden en dar yerine bakıyormuşuz gibi bir manzara var. Ve tek tük kaya ve kısa boylu ağaçlar dışında bembeyaz. Arada sağa giden ekibin nereden çıkacağı merakıyla arkama bakarak, önde çok sevdiğim tırmanış temposu ile hiç durmadan yükseliyorum. İki adım arkamda Necmiye. Huninin en geniş kısmı ile en dar kısmının tam ortasına geldiğimizde bağırıyor Necmiye. " Tepenin arkasından dolaşmışlar. Şimdi çıktılar.."
İyi düşünmeme gerek kalmadı artık. Tempuyo bozmadan güneyindeki kayalığın elli metre doğusundan, normal şartlarda dik çarşak olan yerden, kar sayesinde basamak basamak çıkarız düşüncesi ile dosdoğru zirveye yöneliyorum. 20-25 metre kala zemin sertleşiyor. Hedikler ne saplanıyor ne de zeminde tutunmamızı sağlıyor. Süratle cırtlarından tuttuğum gibi sonlandırıyorum birlikteliğimizi. Biliyorsunuz hiç bir yürüyüşte baton, tozluk, eldiven vs.. kullanmayan bir nubiruslu olarak eldeki malzemelerden faydalanmayı da çok eğlenceli buluyorum. Çıkardığım hediklerin arka kısımları sivri onları saplayarak ve her adımda o sapladığım hediklerden destek alarak zirvenin çılgınca rüzgar alan kayalık zirvesinin 5 metre altından öte gitmiyorum. Zaten o naktada zemin düzeliyor. Beklemeye de müsait. Arkama bakıyorum. Gurup neredeyse herkes gelmiş, sertleşmenin başladığı tam o külah noktasında birikmişler. Topuklarımla kara sert basarak onlara kadar iniyorum ve basamak yapıyorum. Sonra zeminde kayıp tutunamayan arkadaşları basamaklara yönlendiriyorum. Biraz uzun oluyor ama o noktayı da geride bırakıp çılgın gibi bir rüzgarın krallağını ilan ettiği zirvede birkaç dakikada, bir ya da iki fotoğraf karesi kadar oyalanıp sonra Kartalkaya pistleri yönünde önümüzde duran ilk teleferik kumanda kulebesine yöneliyoruz.Şansımıza kulübenin kapısını açık buluyoruz. Doluşuyoruz içeri. Ortalama 20 dakika moladan sonra hedefimiz Dorukkaya zirvesi. Batı yönünden hepimizi uçurmaya yeltenecek kadar sert ve soğuk bir rüzgar ile birlikte Dorukkaya yolculuğumuz 3 kilometre sürüyor.
İşte o üç kilometrede ben yüzümden çok ağır darbeler aldım. Kafamdaki şapka spagetti kevgiri gibi ne varsa rüzgar adına aldı içeri. Boğasımdaki malzemeyi burnuma kadar çektim.. ama sürekli akan burnumu silmem lazım. -Boş bir vaktimde buna bir mekanizma yapmalıyım- hiç ısınmayan elimde polar mendilim, ağzımı açıyorum, burnumu siliyorum, sonra tekrar kapatıyorum ve mendili katlayarak ellerimi cebime sokuyorum. İki dakika geçmiyor. Tekrar....minik bir tepe bulunca hemen arkasından dolaşıp rüzgarın şiddetini azaltıyoruz ama yok. Tam kurtuluş Dorukkaya'dan 10 dakika mesafedeki ormanda. Nitekim o noktaya iniyorkan bu seferde baba bir kar fırtınası geliyor.." Nereye ? daha karpuz kesecektir.." diyor.

Yok yok almayalım...tepenin kuzeyine geçince kar derinleşiyor. Üşenmiyorum. İki dakika sürmüyor. Hediklerimi takıyor ve koşarak, gurubun önünde iniyorum ormana ve cennet..

Evet işte o bir saatten fazla işkencesine maruz kaldığımız rüzgar yüzden binbir zahmet Cumartesi iyileşmiş döndüğüm doğadan bu sefer Kentucky Fried Chicken markasının tavuklarının yaşadıklarından beter durumlara düşmüş dönüyorum. İlaçlı ilaçsız zor ve yüksek ateşli gemdim Pazartesiye. Sanki Salı farklı mıydı? Akşamına biraz biraz kendime geliyorum ama yüzümün sol tarafı darmadağın. İlk tuhaflığı Salı akşamı yaşıyorum. Kapıcı kapının önündeki patlayan ampülü değiştirecekmiş, üzerine çıkacak sandalyeye ihtiyacı var, kapıyı çaldığında ben açıyorum. Çığlıklar atarak kaçıyor adam. Otamat sönüyor. Karanlıkta merdivenlerden aşağıya paldır küldür yuvarlanıyor manyak.

Noluyoruz layynn... aynaya bakıyorum. Üst dudağım beyaz beyaz kabarmış, dev gibi olmuş, burun deliklerimin içine girmiş. Alt dudak da öyle binlerce uçuk..zaten yüzümde bir acılık vardı da aynaya bakmak aklıma gelmedi. Anladım, kapıcı evde cüzzamlı var zannetti zaar. Bu kabarma yalnız dışarı değil, ağzımın içine de sirayet etmiş durumda. Acaba farketmeden dişlerimi tuzruhu ile mi fırçaladım. Diş etlerimin hepsi de ortak bir ağızdan " istemiyoruz bu adamıııı.." diye bağırır mı? Kafamın sol üst kısmında, saç diplerim saçlarımı bağlamamı istemiyor. Kulağımda da gerip çıkan bir döner bıçağı var.

Her neyse, yürüyüşü iptal etmemin nedeni soğuk algınlığım ya da suratımdaki bu kayıklık değil, sizi, akıl sağlığınızı korumaktır. Yoksa suyu sıksam taşını çıkartacak kadar güçlüyüm.

Söz vermeyim ama bir hafta boyunca evden çıkmamaya çalışırım. Hele Sıhhıye, Adliye taraflarından hiç geçmem. 

15.02.2018. Ergün Erdem