Likya Yolu Yürüyüşü / Kaş - Kekova - 27-28.12.2014

Likya Yolu Fethiye'den başlayıp Antalya'ya kadar uzanan 509 km uzunluğunda olan, Romalılar döneminden önce Likya olarak adlandırılan Teke yarımadasındaki tarihi kentler arasında ulaşımın en kısa yollardan yapıldığı, tarih boyunca da yöredeki insanların kentler arası ulaşım için kullandığı bir yoldur. Zaman içinde depremler ve başka sebeplerle yıkılan kentlerle beraber yollar kayıplara karışmış. Tarihi Likya yolu üzerinde olduğu düşünülen ve yöre halkı tarafından kullanılan patikalardan bir kısmı İngiliz asıllı Kate Clow tarafından 1992 ve 1999 yılları arasında işaretlenmiş ve ülkemizin ilk uzun mesafeli doğa yürüyüş yolu olarak haritası çıkarılmıştır.
Yeni Rota grubundan arkadaşlar ile 18-19-20 Nisan 2014 tarihlerinde Likya Yolunun Gedelme-Göynük, Göynük Hisarçandır rotasında yaptığımız yürüyüş benim ilk Likya Yolu yürüyüşümdü ve çok beğenmiştim. Göynük - Hisarçandır yürüyüşü ile Yeni Rota tarafından Likya Yolunun tamamı yürünmüş olduğundan “keşke rota tamamlanmamış olsa da tekrar yürüsek” diye kendi kendime iç geçirmiştim. Gezilerle ilgili bir sohbetimizde rehberimiz Ergün, benim düşüncemi okumuş olacak ki “merak etmeyin Likya Yolu rotası bitti ama zaman zaman beğendiğim kısımlarda tekrar yürürüz” deyip yüreğime su serpmişti. El âlemin rehberi erken yılbaşı kutlaması için restoranlarda yemekli program yaparken, sayfiye yerlerinde ya da kayak merkezlerinde konaklamalı eğlence gezileri düzenlerken Yeni Rotanın tam teşekküllü rehberi Ergün Erdem, erken yılbaşı kutlaması için 27-28 Aralık 2014 tarihinde Likya Yolunun Kaş – Kekova arasında birinci günü yürüyüş yapılıp ikinci günü tarihi yerlerin gezileceği bir program yapmıştı. Yeni Rotaya müdavim arkadaşlar için en büyük eğlence en zorlu yürüyüş demek olduğu için Ergün de yılbaşı eğlencesi yerine yürüyüş programı yapmış olmalıydı. Ben de bu erken yılbaşı gezisine katılabilmek için “ne olur ne olmaz, araçta yer kalmaz, şehirli Çobana, ara yer yakışmaz” arada gitmek zorunda kalmayayım diye erken rezervasyon yaptırdım. Ergün için tam teşekküllü rehber deyince abarttığımı düşünmeyin, aracı ayarlıyor, kamp malzemesi olmayanlara malzeme temin ediyor, gezi boyunca kahvaltı ve akşam yemeklerini hazırlıyor, önden gidene yol açıyor, en güzel fotoğrafları çekiyor, arkada kalanları topluyor, hatta arkadaşlar yorulmuştur diye kamp ateşi başında onlar için çekirdek bile çıtlatıyor. Bazı arkadaşlara göre rehberin te kusuru “arkadaşlar siz oturun, yorulmayın, ben bir koşu gider sizin yerinize yürüyüp gelirim” dememesi ve geziye katılan herkesi yürütmesidir. Onun için uzun yürüyüşü göze alabilecek ve 15-20 km yürümeye dayanabileceklerin yürüyüşe katılmasında yarar var.
Likya Kaş yolunda yapılacak olan yürüyüş için 26 Aralık 2014 tarihinde saat 21.00’de Ankara’dan Abdurrahman’ın minibüsü ile hareket ettik. Araca binmek için Milli Kütüphane önüne vardığımda yürüyüş arkadaşlarından Yasemin de oradaydı. Az ileride yürüyüş çantası ve kamp malzemesi olan başka bir arkadaş daha bekliyordu. Telaşlı bir bekleyişi vardı, belli ki kamplı bir yürüyüşe gidiyordu. Üstüme elzem olmasa da gidip nereye gideceğini ve hangi grupla gideceğini sordum. Adının Devrim olduğunu, Yeni Rota ile Kaş’a yürüyüşe gideceğini, ama aracın henüz gelmediğini söyledi. Ben de bizde aynı yere, aynı grupla gidiyoruz diye tanıştık. Ergün hem Cumartesi (kısa yürüyüş tercih edenlere) hem de Pazar günü (uzun yürüyüş -20-25 km tercih edenlere) yürüyüş düzenlemektedir. Bu yürüyüşe hem Cumartesi hem de Pazar yürüyüşüne katılanlar olduğu için Cumartesi Müdavimlerini tanımıyordum. Devrim de Cumartesi günleri yürüyüşe katılan arkadaşlardanmış.
Yürüyüşe Reha Bahtiyar, Selim Çoldur, Yasemin Güleç, Serap, Ramazan, Ertan Doğmuş (namı diğer Malkoçoğlu), Mohammed Agha, Fuat Ceylan, Nurcan Özdemir, Emine Altunkaya, Âdem Uludağ, Devrim, ben ve isimlerini soramadığım ya da hatırlamadığım (isimlerini öğrenince ekleyeceğim) diğer arkadaşlar ve rehberimiz Ergün olmak üzere 19 kişi katılmıştır.
Seyahatlerde genellikle aracın ortasında veya ayakta gitmeyi tercih eden Ergün teker üstü ve köşede bir koltuğa oturmak zorunda kalınca sıcak bir yuva bulmuş yetim gibi Kaşa varıncaya kadar mışıl mışıl uyudu. Ergün’ün uyumasını fırsat bilen kaptan ve yardımcısı Ankara’dan Afyon, Burdur, Tefenni, Fethiye ve Kalkan güzergahını takip ederek 27 Aralık 2014 günü sabah saat 7:45 civarında bizi Kaş’a ulaştırdı. Kaşa vardığımızda gözlerini açan Ergün “Burdur Bucak ilçesinden sonra Kızılkaya kavşağından dönüp Korkuteli, Elmalı ve Finike Üzerinden Kaşa gelseydik daha erken gelirdik” diye kaptana sitem etti. Kaptan Abdurrahman da zaten uykusuz kaldığı için tartışmaya girmeyi göze alamadığından “üzülme abi dönüşte dediğin yoldan döneriz” deyip konuyu kapattı.
Kahvaltı yapmak için Önce Ertan’ın kamp kurduğu Orman Genel Müdürlüğü tesislerinin yakınındaki sahile gittik. Ertan gezi tarihinden önce Antalya’da bir toplantıda olduğu için oradan Kaş’a gelmiş sahilde bir yerde çadır kurup gecelemiş sabah karşılaştığımız zaman nerede kaldın diye sorduğumuzda beş yıldızlı otel bana göre değil 5 milyar yıldızlı otelde kaldım diye öğünmekten de geri kalmadı. Sahilde oturacak masa filan olmayınca hep beraber Kaş şehir merkezinde deniz kenarında bir parka gidip orada kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı yaptığımız park deniz kenarında, antik bir kaya mezarı olan, dalları sanki çıkılmaması için gövdesine özel olarak yaptırılmış sivri ve uzun dikenler ile kaplı avokado ağaçları ile gölgelendirilen denizi turkuaz mavisi ve berraklığı ile tablo gibi duran bir yerde idi. Kahvaltı sonrasında manzaranın güzelliğinden kimsenin yürümeye niyeti yoktu. Sonunda yarış atı gibi yerinde duramayan Rehayı daha fazla bekletmemek ve üzmemek için çaresiz yola koyulduk. Kaş’ın içinden geçen Likya Yolu’nun işaretlerini takip ederek Limanağzı yönüne doğru yürüyüşe başladık.
Kaş dış cepheleri genellikle beyaz boyalı evleri ve beyaz kireç taşlarından yapılan bahçe duvarları olan, fazla sahili olmayan, denize genellikle iskelelerden girilen, turkuaz mavisi ve pırıl pırıl denizi olan ve doğayı, tarihi ve sakinliği seven tatilciler tarafından tercih edilen şirin bir sahil kasabası. Aynı zamanda deniz altı hayatına meraklı olan dalgıçlar tarafından da tercih edilen bir yer. Kasabanın tam karşısında sanki yüzülerek gidilecek kadar mesafede Yunanistan’a ait olan Meis Adası var. Burnumuzun dibindeki adaların Yunanlılara ait olması yüreğimi sızlattı. Bir de beni hüzünlendiren yazlıkçıların getirdiği kedi ve köpeklerin kışın orada bırakılmış olması. Bizi grup halinde gören köpekler etrafımızda fır dönüyor belki bir sahip buluruz diye türlü şaklabanlıklar yapıyorlardı. Çoğu yürüyüşlerde arkamıza takılan köpekler evlerinden uzaklara gittikleri için yürüyüş sonunda biz araçla ayrıldığımızda mahzur kalıp sıkıntıya düşmekteler. Peşimizden gelen köpeklerin genellikle benim peşime takıldığını düşünen arkadaşların dilinden kurtulmak için peşimize takılanları kovalamaya çalıştım. Bu defa karşılaştığımız köpeklerden biri oldukça akıllı çıktı. Ne kadar uzağa kovalayıp gruba yetişsem de kokumuzu mu alıyor, yoksa yolları mı biliyor anlayamadığım bir şekilde bizi buluyordu. O kadar numaracıydı ki yorulduğu zamanlarda kovalamaya çalıştığımda yere hareketsiz yatıp ölü numarası bile yaptığı oluyordu.
Ey tatilciler, yazlıkçılar ve hayvan severler “lütfen bakamayacağınız hayvanlar yanınıza alıp yazlıklarda, sokaklarda bırakmayın onlar da can taşıyor, kendinizi onların yerine koyup ona göre davranın”.

Kaş’tan (Eski adı Antiphellos) Limanağzına kadar 3 km’lik bir patika yoldan gidiliyor. Limanağzını gören tepeden sahile iniş oldukça kayalık olup yürüyüş emniyeti için kaya yamacına yapılmış mezarın yanından geçilirken ip desteği bile yapılmış. Şansızdan tam kayalık bölüm bitince şiddetli bir yağmur başladı. Kayalardan inmeden yağmur başlamış olsaydı inişimiz oldukça güç olabilirdi. Öncü olarak giden arkadaşlarımızdan Reha ve Ramazan limanda denize bile girmişler. Ancak, yağmur birden bastırınca çıkıp apar topar giyinmek zorunda kalmışlar. Limanağzı geniş bir yer değil, bir restoranı, bir iki kulübesi ve küçük bir iskelesi ve birkaç evden oluşan bir yer. Limandaki restoranda yağmur hızını azaltıncaya kadar beklemek zorunda kaldık. Limanağzından Kekova tarafına devam ederken yol ikiye ayrılıyor. Sol tarafa yukarı çıkan kayalıkların arkasında Kaş’a doğru gidiyor. Sağ tarafa doğru ilerlemek gerekiyor. Patikalardan ilerlerken bir müddet sonra deniz kenarındaki kayalıklardan devam ederek Çoban koyundan geçilip Ufakdere denilen küçük bir koya ulaşılıyor. Ufakdere (bazı yerlerinde yazıldığı üzere Fakdere) koyunda 10-15 dakika öğle molası verdik. Ufakdere koyu da küçük küçük adaları, bir kahvesi, küçük bir iskelesi, tablo gibi manzarası olan bir yer.
Limanağzı ile Ufakdere mevkii arası 6 km’lik bir yol. Buradan Kılınçlıya (Apollania) 9 km’lik bir yol var. 3-4 km’lik yokuş bir yoldan yukarı doğru devam ettik. Bayındır köyünün mahallelerini birbirine bağlayan yola çıktığımızda önden giden öncü grup Kılıçlı tarafına, yani ana yola çıkınca sağ tarafa doğru devam etmişler. Arkadan gelen 2-3 kişilik grup çıkış yolunda biraz zorlandıkları için Ergün tarafından sol taraftan yukarı doğ Bayındır Köyü istikametine, aracın gelebileceği tarafa giden yola yönlendirildi. Yürüyüşe devam etmek isteyenler de önden gidenlerin arkasında sol tarafa yöneldi. Ancak hava kış günü erken karardığından, akşama da az bir zaman kaldığından ve karanlıkta patikada ilerleme zor olacağından Ergün aracın bulunduğumuz yere doğru gelmesi için Abdurrahman’ı aradı. Biz de Kılıçlar tarafına değil 2-3 kişinin devam ettiği Bayındır köyü tarafına doğru dönüp yola devam ettik. Geçtiğimiz yerlerde buralarda yaşayanların su ihtiyacını karşılayan tarihi sarnıçlar çok ilgi çekiciydi. Yere yatmış yarım silindir gibi, taştan örülmüş ve içi kuyu şeklinde olan sarnıçlar oldukça önemli su kaynağı olmalı ki günümüzde bile kullanılmaktadırlar. Tam hava karardığında aracın beklediği yere ulaştık. Araca binince de yağmur başladı. Herkes yola devam etmediğimizden ve yürüyüşün tam zamanında bitmiş olmasından memnundu. Araca binince üzüldüğüm tek olay bizimle beraber gelen köpeğin orada kalmış olmasıydı.
Araçla Kaş’a tekrar gidip akşam için gerekli ihtiyaç malzemeleri temin edildikten sonra Kekova’daki Üçağız beldesinin mezarlığının yanında, Kaleköy’ün arka tarafında, kışın teknelerin çekildiği bir alanın arka taraflarında akşam karanlığında düz bir yer bularak çadırlarımızı kurduk. Akşam yemeğinde mantarlı ve etli ali nazik (maharetli bir aşçı tarafından yapıldığından mı yoksa lezzetli olduğundan bilmem, eli nazik de denilen) kebabı, bol salata ve helvadan oluşan yemeğimizi afiyetle yedik. Havanın yemek esnasında açık olması ve yemeklerin lezzeti herkesin yorgunluğunu unutturmuştu. Yemek sonrası geleneksel kamp ateşi ve ateş etrafında sohbet edilmesi de unutulmadı. Bu arada bulunduğumuz bölgenin tarihi batık şehrin yanında olması, kaya mezarları, kalesi ve diğer kalıntıları ile oldukça önemli bir sit alanı olduğunda hiçbir inşaata izin verilmiyormuş. Hatta çadır kuruduğumuz yerde iki göz bir kulübede oturan ve Kekova bölgesine gelen araçların park edilmesinden sorumlu olduğuna söyleyen komşumuz düzlük alanlarda seracılık yapanlar olduğunu bir kazma bile vuramadıklarını, suyolu açmak için bile beton dökemediklerini söyledi. Hatta çamura batan aracımızı düzlüğe çıkaramayınca bize acımış olacak ki, sağ olsun “bu seferlik sizden park parası almayalım” diyerek kendince bize iyilik yapmış oldu. Yörenin park sorumlusu olan komşumuza akşam sohbetinde buraların su altında kalıp kalmadığını sorumuştum. “Yol üzerini su basar ama sizin çadırların olduğu yere her zaman su çıkmaz” demişti.
Kamp ateşi küllenmeye başlayınca herkes çadırına çekilmeye başladı. Ramazan genellikle ateş kenarında açıkta yatmayı sevdiğinden çadır kurmamıştı. Ancak yatacağımız zamana doğru şiddetli yağmur başladığından apar topar çadırını kurmuş ve ıslanmaktan kurtulmuş. Şiddetli yağmur yarım saat kırk beş dakika devam etti. Acaba çadırları su basar mı diye endişelenirken daha beteri oldu. Çadırımızın yakınına bir araç geldi içinden inenler bir şeyler konuştular tartıştılar. Bu arada ben de, burada oturanlar var demek için bir iki öksürdüm, sonra el fenerini sağa sola tuttum. Gelenler etrafa bakındılar, biraz sessiz kaldılar ve araca binip gittiler. 5-10 dakika sonra bir araç daha geldi. Araçtan inenler kazma ile çatır çutur yeri kazmaya, kürekle kazdıklarını boşalmaya başladılar. Mezarın yanında çadır kurmuşuz. Gece vakti gelip mezar kazanlar herhalde tekin insanlar değildir diye çıkıp müdahale de edemedim. Ama derin bir uykuya da dalamadım. İlk horozlar ötünceye (saat 3’e) kadar uyuyamadım. Mahallenin horozları sanki öğretilmiş gibi koro halinde ötüyorlardı. Çocukluğum köyde geçtiğinden hatırladığım kadarıyla horozların gece ilk ötmeye başlamaları tam şafak vakti veya şafaktan az önceki zamana denk gelirdi. Horozlar bir saat sonra tekrar kora halinde öterler, son olarak da sabah ezanından 10-15 dakika önce öterlerdi. Yarı uykulu, yarı uyanık sabahı ettim ve gün doğarken kalktım. Gezme bahanesi ile etrafı ve mezarlığını içini dolaştım. Gece nereyi kazdılar, ne gömdüler ya da ne yaptılar diye etrafa bakındım. Yeni kazılan bir mezar ya da hazine bulma amacıyla açılan bir mezar göremedim. “Sanırım gece gelenler sel sularının camekânlarını basmaması için suyolunu değiştirmiş olmalılar” diye düşündüm. Mezarlığı gezerken hem tarihi hem de günümüzde kullanılan bir mezarlık olduğunu fark ettim. Eskiden daha sağlam yapılmış olmalarına karşın zamana dayanamayıp yıkılmışlar. Günümüzde yapılanlar ise 40-50 yılda yıkılacak şekilde zaten uyduruk yapılmışlar.
Kahvaltı sonrası Kaleköy’e ve kaleye bir gezinti yaptık. Tarihi adı Simena Kalesi olarak da bilinen kale hem Romalılar zamanında hem Osmanlılar zamanında kale olarak hizmet veren bir kale. Kalenin dışında Kayalardan yapılmış kaya mezarlar oldukça ilginç yapılar. Kale köyün önündeki sahilde eskiden şehir varmış. Deprem sebebiyle şehir batmış. Onun için bölgeye batık şehir diyorlar. Kaleköy’e ve Batık Şehre Üçağız’dan tekne turları düzenlenerek ziyaret yapılıyor. Ancak tekne turlarına katılanlara tekne içinden “bakın karşıda kale var, yan tarafta da kaya mezarları var, öbür tarafta yer altında kalıntılar var deyip” 45-50 dakikalık bir turla uzaktan tarihi yerleri gösteriyorlar. Kaleköy araçla gidilmediğinden ve sadece tekne ile ulaşım sağlandığından o civarı yaya olarak doya doya gezmek için ya Kaleköy’de kalınması, Kaleköy’de mola veren bir tur ile gidilmesi ya da Üçağız’dan 3-4 km araçla kamp kurduğumuz yere (mezarlığa) kadar araçla gidilip oradan yaya olarak kaleye çıkılıp Kaleköy’e gidilmesi gerekir. Kamp kurduğumuz yer Kaleköy’ü, kaleyi ve mezarları gezmek iyi bir fırsattı. Öyle de yaptık. Saat 9’da başladığımız gezide tarihi yerleri doya doya gezdik. Kral mezarları, kale, batık şehirden deniz içinde kalmış kaya mezarı ve Kaleköy’ün şirin evleri görülmeye değer yerler. Kaleköy önündeki denizde kaya mezarının olduğu yer su içinde yürünerek gidilecek kadar sığ. Mezar önünde hatıra fotoğraf çektirdik. Hatta Ramazan Mezarın kırılan kısmından içine bile girdi. Ancak çıkarken oldukça zorlandı. Çıkmaya çalışırken “yardım edin çıkamıyorum” diye seslenince bende şaka yaptığını düşünerek “öyle her mezara giren çıkacak olsa dünyada yer kalmazdı” dedim. Ramazan çırpındıkça rengi de değişmeye başlayınca işin ciddiyeti anlaşıldı. Meğerse mezarın içine taşlara bağlı misina ipi atmışlar. İpler ramazanın ayaklarına dolaşmış bir türlü ayağını çekemiyormuş. Sonunda bir kişi ramazanın suya batmaması için omuzunu tutarken bir başka arkadaş da mezarın için eğilip ayaklarını misinadan kurtardı da Ramazan yeniden dünyaya dönmüş oldu. Kaleköy gezisinden sonra da yürüyerek saat 12:30 civarında Üçağız’a vardık. Üçağız özel yatların kışın demirlendiği, pansiyonların, kahvelerin ve restoranların bulunduğu şirin bir yerleşim yeridir. Bir saat orada vakit geçirdikten sora bir sonraki durağımız olan Demre’ye hareket ettik.

Demre uluslararası bir üne sahip olup Noel Baba Kilisesi, Myra antik kentinin kalıntıları, dağa ustalıkla oyulmuş kaya mezarları ile görülmeye değer yerlerden bir yöre olup buraların hakkıyla gezilebilmesi için 1-2 gün ayırmak gerekir. Vaktimizin darlığından bahsettiğim yerlerden bazılarının görülmesi yerine Demre’de 28 Aralık 2014 tarihinde deve güreşlerinin yapıldığı bir festivale gitmek daha ilginç göründü ve festival alanını ziyaret ettik. Bir saatli bir zamanda görebildiğimiz kadarı ile süslü develeri fotoğrafladık ve bir iki deve güreşi seyir ettik. Sonra da saat 15 civarında Ankara’ya dönmek üzere Finike-Elmalı-Korkuteli-Bucak yolundan devam edecek şekilde yola koyulduk. Ben göremedim ama ağzının tadını bilen Reha ve Ramazan Korkuteli’nde şişçi Ramazan’ın şiş kebaplarından övgüyle bahsettiler. Bir gün bize de kısmet olur dileğiyle yolumuza devan ettik. Elmalı ve Korkuteli’nden geçerken kış mevsiminde olduğumuzu fark ettik.

Bir sonraki yürüyüşte görüşmek üzere başta rehberimiz Ergün olmak üzere tüm arkadaşlara teşekkür eder herkese esenlikler dilerim.

Ayrıntılı fotoğraflar aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:
https://picasaweb.google.com/101774832044237194970/20141227AntalyaKasKekova

06 Şubat 2015 - Hasan Çoban