Likya Yolu Yürüyüşü / Gedelme - Göynük - Hisarçandır

Likya Yolu Fethiye'den başlayıp Antalya'ya kadar uzanan 509 km uzunluğunda olan, Romalılar döneminden önce Likya olarak adlandırılan Teke yarımadasındaki tarihi kentler arasında ulaşımın en kısa yollardan yapıldığı, tarih boyunca da yöredeki insanların kentler arası ulaşım için kullandığı patikalardan bir kısmının İngiliz asıllı Kate Clow tarafından işaretlenmesine 1992 yılında başlanıp 1999 yılında bitirilen ve haritası çıkarılan ilk uzun mesafeli doğa yürüyüş yoludur.

Yeni Rota grubundan arkadaşlar Likya Yolunu yürümeye 8-9 yıl önce Fethiye’den başlamışlar her yıl bir önceki yıl kaldıkları yerden başlayıp 2-3 gün yürüyerek son aşamasına gelmişler. 18-19-20 Nisan 2014 tarihlerinde yapılan yürüyüş ile Yeni Rota tarafından Likya yolunun tamamı yürünmüş oldu.

Likya yolunda yapılacak olan yürüyüş için 17 Nisan 2014 tarihinde gece 10.00’da Ankara’dan hareket ettik. Yolculuğumuzu doğa yürüyüşlerine her zaman birlikte gittiğimiz tecrübeli şoförümüz Abdurrahman’ın minibüsü ile yaptık. Yürüyüşe İffet Kırmıt, Fatma Yalçın, Kezban Erdem, Reha Bahtiyar, Ahmet Çermeli (namı diğer Örümcek adam), Mehmet Demirezen, Erkan Candemir, Ertan Doğmuş (namı diğer Malkoçoğlu), ben ve rehberimiz Ergün Erdem olmak üzer 10 kişi katılmıştır.

Likya Yolu yürüyüşüne genellikle yabancılar rağbet etmektedir. Vakti olan doğa yürüyüşçüleri baştan başlayıp sonuna kadar 25-30 günde yürüyüşü tamamlayabilmektedirler. Yürüyüş esnasında karşılaştığımız yerli ve yabancılar arasında 10 gündür, 15 gündür, hatta 30 gündür yolda olduğunu söyleyen yürüyüşçüler vardı. Uzun süre yürüyenler akşama kadar yürüyüp, akşam olunca uygun olan bir yerde çadır kurarak ya da yola yakın yerlerdeki pansiyonlarda kalarak yollarına devam etmektedirler. İki günlük yürüyüşümüz boyunca genellikle ikişer kişi yürüyen Alman, Danimarkalı, Rus, Hollandalı ve İstanbul’dan gelen yürüyüşçülere rastladık.
18 Nisan 2014 günü sabah saat 6:30 civarında Kemere ulaştık. Hem kahvaltı yapılacak hem kamp kurulacak uygun yer aranırken rehberin önceki yıllardan edindiği tecrübe ile Kemerde Kındılçeşme Halk Plajı olarak bilinen ama kışın gemi ve yatların tamir edildiği sahil kenarında durduk. Yağmurdan ıslanmamak için kızağa alınmış bir geminin altında kahvaltımızı yaptık. Akşam da burada kamp kurmanın uygun olacağını düşünerek sahile sahiplendik ve kendimizi evimizde gibi hissettik.

Yürüyüş birinci günü Gedelme Göynük arası (30 km), ikinci gün ise Göynük Hisarçandır arası (20 km) olacak şekilde planlanmıştı. Birinci günü saat 9:30 civarında Gedelme yakınlarından yürüyüşe başladık ilk bir saat yoğun yağmur altında yürüdük. Sonradan hava açtı da etrafımızdaki muhteşem manzaraları görmeye başladık.

 
 
 


Patikalarda taşlar üzerinde kırmız ve beyaz boyalarla yapılmış işaretleri takip ederek devam ettik. 4-5 çeşit işaretleme vardı. Kırmız beyaz, doğru yolu gösteren işaretler, kırmızı çarpı olanlar ise girilmez anlamındaydı (genellikler patika ikiye üçe ayrıldığı yerlerdeki yanlış yollarda vardı). Dönülecek yerlerde kavisli işaretler vardı. 2 kırmızı nokta sanırım manzara seyretme yerlerini belirtiyordu. 4 kırmızı beyaz, kavşak anlamındaydı. Bazı yerlerde de yol ikiye ayrılıyorsa ve sonra birleşiyorsa birinde kırmızı ile diğerinde beyaz işaret devam ediyordu. Sanırım zor olan kırmızı kolay olan beyaz olabilir. Ama emin değilim bir bilene sormak lazım. Bazı yerlerde de devam edilecek anlamına kırmızı oklar vardır. Aslında yol çıkmadan önce bu işaretlerin ne anlama geldiğini kaç işaret olduğunu öğrenip gitmek en iyisi. Patikadan yol çıkınca uzunca bir süre işaret görünmüyor. Bu bir eksiklik, yolda da olsa işaret konulmasında yarar var. Yoldan patikaya sapan yeri kaçırmamak lazım onun için dikkatli olmakta yarar var. Bir de dere yataklarına ve kanyona girilip devam ediliyor. Kanyonda ve dere yatağında yürürken yağmurlu havalarda sel gelme ihtimalini unutmamak lazım. Sel gelip gidinceye kadar emniyet için kanyon içine girmemek iyi olur sanırım.

Gedelmeden göynük yaylasına kadar yolda su bulamayacağımızı düşünerek yanımız yeterli su ve öğlen atıştırmalık yiyecek aldık. Yol boyunca bazılarında oturulan bazıları boş olan yayla evleri ile karşılaştık. Söğütçük mevkiindeki yerleşim yerinde kimse yoktu. Yayla köyünün çeşmesinden su doldurduk, biraz mola verdik ve yola devam ettik. Göynük yaylasında giderken yolun geçtiği yer tel ile kapatılmış ve yolun kenarına da bir pansiyon yapılmış. Her hâlükârda oradan geçmek gerekiyor. Önce bekçi köpeği bizi engellemeye çalıştı. Köpeğin sesine gelen pansiyon sahibi eski kaptan Nadir geçmemize yardımcı oldu. Geçerken dallarda yiyecek taze meyve olup olmadığına bakınan arkadaşları çağla toplamak üzere biraz ilerideki badem ağaçlarına götürdü. Arkadaşlar çağla toplarken Nadir kaptan bir yandan masayı hazırlamaya başladı. Size çay ikram edeyim dedi. Ama bu arada Ergün ve bir iki arkadaş yollarına devam etmişler. Uzaktan onları görünce kalan arkadaşlara “çabuk olun, geç kalıyoruz” diye güç bela onları ikna ederek yola düşebildik ve öndekilere yetişebildik. İlk girişte, yol üzerini kapatıp pansiyon yapan ve Deli Dumrul gibi gelip geçene hizmet vermeye çalışan eski kaptan Nadir’in bu girişiminin uygun olmadığını düşünmüştüm. Birde yol boyunca karşılaştığımız esnaflar genellikle buyurun bir şey ikram edeyim diye müşteri çekmeye çalışıyorlar. Biz genellikle ikram edeyim sözünden misafirperverlik amacıyla ikram yapıldığını düşünürüz. Ama buralarda öyle değil ikram edilen her şeyin bir bedeli oluyor. Nadir kaptana da “kusura bakma kalıp bir çay içerdik ama arkadaşlar epey yol aldılar, kalırsak onlara yetişemeyiz” deyip ayrılmak zorunda kaldık.

Sonradan bu bölgeden geçenlerin özellikle yabancıların dinlenmeleri ve yiyecek tedarik etmeleri açısında böyle bir yerin gerekli olduğunu kanaatine vardım. Biz genellikle günde 30-35 km’yi rahatlıkla yürüdüğümüz için bir sıkıntı yaşamazdık ama günde 15-20 km yürüyenler için böyle yerler gerekli olabilir.

 
 
 

Dere yatağını geçerken kalabalık olmanın avantajını yaşadık. Dere yatağı yağışlara göre sürekli değiştiği için karşıdan karşıya geçmek, kayaları aşmak, daha önemlisi işaretleri bulabilmek oldukça zor. Reha sağ olsun önden gidip işaretleri ve babaları bularak arkadan gelenlerin rahat etmesini sağlıyor. Likya yolunda rahat bir yürüyüş yapmak için tek başına çıkmamakta yarar var. Gerçi yolda karşılaştığımız Hollandalı bir yürüyüşçü tek başına 30 gündür yolda olduğunu söyledi. Arzu eden tek başına da macera yaşayabilir. Dere yataklarında ve kanyonlarda işaretler suyun silmemesi için daha çok büyük kayaların tepelerine çizilmiş veya kayaların üzerine de babalar (üst üste konulan 3-4 taş) konulmuş. Bu babalar özellikle sisli havalarda oldukça yararlı olmakta ki gelip giden yürüyüşçüler birbirine yardımcı olmak üzere bu taşları koymuşlar.

Dere yatakları boyunca düşme, ayak burkma, ıslanma hatta yaralanma riski taşıyan yerler var. En uygun geçiş yerini bulmak lazım yoksa ıslanmak veya incinmek her an mümkün. Kanyonda uygun bir yerde öğle yemeği için mola verince bazı arkadaşlar acele yemeklerini yiyip akan buz gibi suda ayaklarını dinlendirmeyi tercih ettiler. Yemek sonrası dinlenmiş bir şekilde yola devam ederken iki metre yüksekliğinde olan, atlanılması ya da diğer arkadaşların yardımı ile inilmesi gereken bir yerden Ergün Ahmet’in “Akşın” dolduruşuna dayanamayıp aşağı atlayınca İffet de “benim neyim eksik” diye aynı yerden atlamak için kayanın ucuna çömelip sanki yoga yapıyormuş gibi gözlerini ileri dikerek konsantre olmuştu bile. “Etme, eyleme” desek de ikna edemedik, bizi dinlemedi atladı. Neyse ki bir incinme olmadan yüksekten düşen kedi gibi toparlanıp kalktı ve kendinden emin olmak için botlarını çıkarıp, ayaklarında bir burkulma filan olup olmadığını kontrol ettikten sonra soğuk suya sokup rahatladı. Tekrar yola çıkarken durumunun nasıl olduğunu soruduğumuzda bir şeyi olmadığını, üstelik önceden bileğinde olan bir ağrının atlama sonrasında geçtiğini söyleyerek kendini ve bizleri teselli etmeye çalıştı. Ancak, bu atlama ayağındaki ağrıyı giderdiği gibi ruhunda da büyük değişikliğe sebep oldu. O andan itibaren hiç dert ve tasası olmayan sürekli kahkaha atan bir ruh haline büründü. Bu duruma gelmesine uçmanın verdiği hazmı yoksa arkadaşların anlattıkları avantürler mi sebep oldu bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek.

Kanyon yatağından patikaya geçince bir müddet gittikten sonra tak başına çadır kurmuş Hollandalı bir yürüyüşçü ile karşılaştık. 30 gündür yolda olduğunu tek başına seyahat ettiğini söyleyip kalabalığı görünce çok mutlu oldu. Fotoğrafının çekilmesini rica etti. Sonra birlikte fotoğraf çektirdik ve yola devam ettik. Fotoğraf çekilirken poz vermeyi seven arkadaşlar tam görüntü alınsın diye kendilerine uygun yer ararken bazıları yere oturmuşlardı. Yerde oturan arkadaşlar fotoğraf çeken Ergün’e ısrarla acele etmesini söylüyorlardı. Sebebini sonra anladık ki yere oturanlar dikenlerden rahatsız olmuşlar. Ancak fotoğrafın ciddiyeti bozulmasın diye duruşlarını da bozmadan bekleyip büyük fedakârlık yapmış olduklarını böylece öğrenmiş olduk.

Oldukça dik bir yamaçta “z” yaparak devam eden bir patikada ilerliyorduk. Yokuş oldukça dik ve yorucuydu. Yorgunluktan çölde serap gören yolcular gibi dilimiz kurumuş terden sırılsıklam olmuş ufukta beliren vahaya gidiyor gibi pes etmeden yürüyorduk. O da ne? Gerçekten de yol üzerinde bir çeşme ve çeşmenin başında da sadece belinde şal benzeri örtü bulunan bir kız vardı. Malkoçoğlu ile önlü arkalı yürüyorduk. Dağ başında çeşme olmaz, olsa bile başında anadan üryan kız olmaz. “Herhalde kanyonda yürürken biz de yüksekten atlayıp birazda fazla uçarak öbür tarafa gittik, çeşme başında duran kız da huri olmalı” diye düşünmeye başladım. Susamış olmamıza rağmen kızı rahatsız etmeme düşüncesiyle “hello” deyip ilgilenmiyormuş gibi yolumuz devam ettik. Birkaç dakika sonra “acaba az önce gördüğüm hayal miydi” diye arkama baktığımda kızın arkamızdan bizi takip ettiğini gördüm. Çantası, ayakkabısı ve uygun kıyafeti olmadan nasıl yürüyor acaba diye meraklandım. Ahir dünyada herkes doğal haliyle yürüyor olmalı, biz yürürken buraya ani geçiş yaptığımız için malzememiz var herhalde dedim. Hiçbir şey söylemeden birlikte yürümek nezaketsizlik olur diye “nereli olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini İngilizce, Türkçe karşımı basit cümlelerle soru sorarak durumu anlamaya çalıştım. Hiçbir şey söylemiyor sadece gülümsüyordu. İngilizce bilmiyormuş. El işareti ile bizim geldiğimiz taraftan gelip bizim gittiğimiz tarafa doğru gittiğini anlatmaya çalışıyordu. Kız, “I’m Russien-Raşin, kamping” deyip eliyle yukarıda bir düzlüğü gösterdi. Meğerse Rusya’dan gelen iki yürüyüşçü arkadaşmış. Su kaynağına yakın bir yerde kamp kurmuşlar. Kız da çeşmeye yıkanıp serinlemeye gitmiş. Karşılaştığımız kıza ve kamp yerindeki arkadaşına “iyi yürüyüşler, iyi günler” dileyip yolumuza devam ettik.

Yokuşun bitmesine yakın patika ikiye ayrıldı Rehanın hangi tarafa gittiğini kestiremediğimizden Ergün’ü bekledik. Elindeki haritaya baktı. Soldan gidelim dedi Tepeyi aşınca yüksek sesle bağırarak Rehayı bulmaya çalıştık. Sonra Rehanın düdük sesinin duyduk ve ortak bir noktada buluştuk. İkiye ayrılan patika sonra birleşiyormuş. Aşağıya doğru inen patikadan birbirimizle görüş mesafesini kaybetmeden yürüyüşe devam ettik. Akşama doğru karşımızda görünen Göynük Kanyonuna doğru inmeye başladık. Kanyon üzerinde uzun bir asma köprü vardı. Herhalde oraya gideceğiz derken, patika bizi kanyonunun yamacında giden bir su kanalına doğru götürdü. Köprü tarafında değil de Göynük tarafına doğru kanalı takip ederek kanyona indik. Kanyondan karşıya geçip yol boyunca Göynük tarafında devam ederken Likya yolu levhalarını gördük. Bu noktadan itibaren ya Hisarçandır tarafına yürüyüşe devam edilecek ya da Göynüğe gidilecekti. Çünkü kanyon içinde kamp kurulmuyormuş.

Biz zaten Kemerde kahvaltı ettiğimiz yerde kamp kuracağımız için Minibüsümüz Göynük Kanyonu Milli Parkının girişine yakın bir yerde bizi bekliyordu. Kanyon girişi de aynı Deli Dumrul hikâyesi gibi likya yolunda yürüyüş yaparken Göynükte kalmak üzere çıkış yaparsan girişte 5 TL alıyorlar. “Biz Likya yolunda yürüyüş yapıyoruz, şimdi çıkacağız, yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz bizden de mi ücret alınacak” diye safça sorular sorduk. “Elbette ödeyeceksiniz” dediler. Biz “öyle şey olur mu biz kanyona girmeyeceğiz, Likya Yolunu yürüyeceğiz” dedikse de kabul etmediler. Ben de isterseniz buradan çıktığımız belli olsun isimlerimizi kayıt edin yarın kimliğimiz gösterip yeniden devam ederiz diye espri filan da yaptım ama nafile.

 
 
 

Kapıdaki gençlerden biri de “siz şimdi ödemelerinizi yapın verilen biletle yarın da geçebilirsiniz” diye aklı sıra karşı espri yaptı. Alınan para çok bir para değildi, ama yoldan geçenden de para alınması arkadaşların zoruna gitti. Ergün “biz bu parayı ödemeden yolumuza devam edeceğiz, bir yolunu buluruz” diye konuyu kapattı ve çıkışa doğru devam ettik. Milli Parktan çıktıktan 500-600 m sonra minibüse ulaştık. Hareket etmeden akşam yakmak üzere ormandan odun topladık, bagaja yerleştirdik. Aracımız bir narenciye bahçesinin yanındaydı. Tam hareket ederken, Ahmet “akşam yiyeceğimiz balığın yanında limon lazım olur bahçeden bir iki limon alalım” dedi. Ben de sahibi yok, sahibinden habersiz almak uygun olmaz, marketten alırız” dediysem de, vazgeçmedi. “Zaten portakal ve limonları toplamışlar dalda bir iki limon kalmış, dalda kuruyacağına alalım” dedi ve iki limon alıp geldi hareket ettik. Ancak daha hızlanmadan yoldan bize doğru telaşla koşan ve bizi durduran öfkeli bir adamla karşılaştık. Adam bahçesindeki limonları, portakalları minibüse doldurup götürdüğümüzü düşünerek bas bas bağırıyordu. Ahmet adama “yahu iki limon aldık, bunu büyütecek ne var dedi ise de” adam ikna olmuyordu, bizi Jandarmaya şikâyet edeceğini söylüyordu. Ahmet “ben albayım” filan demeye kalktı ama. Adamın dinlediği yok “neredeyse siz albaysanız, ben de paşayım” diyecek, siz “ben başbakanım” deseniz o “ben de cumhurbaşkanıyım” diyecek kadar öfkeliydi. Geldi Minibüsün içine baktı, limon yerine içerde oturanları görmesine rağmen öfkesi geçmedi. Uzun müzakerelerden sonra alınan iki limonu bahçe duvarının dibine koyduk, işi tatlıya bağladık da akşam rahat bir şekilde dinlenebildik. Yoksa rehberin akşam menüsü alabalık ziyafetinden mahrum kalabilirdik. Bahçe sahibi ile müzakerelerde geçen konuşmaların Birilerini ve Bazı kurumları rahatsız etmemesi için bu kadarlık yeterli olduğunu ve yeni Rota’nın Takip Eden icraatlarında ayrıntılı olarak sizlere şifahen aktarılacağını düşünüyorum.

Akşamleyin Kemerde sabah kahvaltı yaptığımız yere gidip Yağmur kesilmiş olduğundan sahile kamp kurduk. Akşam yemeğinde Ergün’ün lezzetli balıkları ile karnımızı doyurduk. Anlayamadığım bir husus var. Akşam yemeğinin hazırlanmasında, balıkların bir kısmını ben kızarttım ama evde yaptığımdan çok daha lezzetli oluyor nedense. Ben balığın başında kızarmasını beklerken Ergün eliyle bir şeyler atıyor gibi yapıyor. “çevirme zamanı geldi, burası tamam” gibi yönlendirmelerle lezzetli bir balık hazırlanmasını sağlıyordu. Balık pişirme sırrını kapmak uzun zamanımı alacak gibi. Neyse, yemekten sonra yakılan kamp ateşinin etrafında sohbetler edildi, yürüyüşün ve yürüyüşte yaşananların kritiği yapıldı. Ateş küllenmeye ve günün yorgunluk rehaveti üzerimize çökmeye başlayınca herkes çadırına çekildi. Rehberimiz yıldızları seyrederek uyumak üzere ateşin yanında açık havada uyumayı tercih etti.

Ertesi sabah herkes dinlenmiş bir vaziyette gün doğarken kalktık. Etrafın güzelliklerini fotoğraflayıp seyrettikten sonra yine Ergün’ün hazırladığı leziz kahvaltıdan sonra yürüyüş için hazırlandık. Çadırları toplayıp arabaya koyduk. Bu arada karaya vurmuş bir karetta kaplumbağasının etrafa verdiği koku sebebiyle aynı yerde kamp kurmanın rahatsızlık vereceği yönünde görüşler olsa da, Ergün gözle kaş arasında gidip Keratayı denize atıp gelmişti. Akşamda aynı yerde kamp kurulmasının uygun olacağına karar verildiğinden yürüyüşe Göynük Kanyonundan kaldığımız yerden değil de Hisarçandır tarafından başlayıp Göynükte bitirmek üzere yola çıktık. Böylece yürüyüşe başlarken hem Göynük Kanyonu girişinde bir tartışmaya girmekten hem dik yollarda yorulmaktan kurtulmuş olduk. Ancak Ergün Keratayı ayağıyla denize attığından ayağına koku sinmiş olduğu için bir şişe kolonya minibüse boca edilse de gideceğimiz yere kadar Kerata kokusu hissedildi.

19 Nisan 2014 günü saat 11 civarında Hisarçandırdan yürüyüşe başladık. Likya yolu verici istasyonu yakınına kadar açılan yoldan devam ediyordu. Yol sürekli yükselerek devam ediyordu. Uzun aralıklar la olsa da yol kenarında kırmızı beyaz işaretler vardı.

Yolda her zaman olduğu gibi reha önden gidip işaretli yolları önceden bulmuş olduğu için rahat bir şekilde ilerliyorduk. Yolda mavi köknarlar, kral gülleri muhteşem güzellikler oluşturuyordu. Yol üzerinde karşılaştığımız ulu bir çınar ve yanındaki çeşmede beş-on dakika dinlenmek üzere mola verilmişti. Ağacın yakınında 2B kapsamına iskana açılmış küçük bir arsada hafta sonlarında vakit geçirmek üzere baraka yapmış olan Akdeniz üniversitesinde çalışan Güven bey ile sohbet ettikten sonra, ayrılırken Güven bey kestirmeden gidersek kısa sürede ana yola çıkabileceğimiz bir yol önerdi ve “tepeye doğru Elma Yanı denilen bir yerleşim yeri var oraya kadar yoldan gitmememizi oradan itibaren Göynüğe gidebilmek için patikayı takip etmemiz gerektiğini söyledi. Tabii kestirmeden gidince Reha ile irtibat kesildi. Islık çaldık, bağırdık ama ses yoktu. Bu arada Reha bizim arkasından gelmediğimiz fark edince geri dönmüş az önce sohbet ettiğimiz Güven beye bizleri sormuş ve bizim devam ettiğim patikadan devam ederek arkamızdan yetişti.

Elma Yanı yerleşim yerinde yemek molası verdik 10-15 dakika dinlendik. Yaylada hayvancılık yapan çoban Ahmet Akgül “buralarda bu mevsimde 2 metre kar olurdu” dedi ve bir iki yıldır yağış olmadığını söyledi. Kuraklığın çok ciddi boyutlarda olduğu görülüyordu. Elma Yanı Antalya’dan görülen sivri dağlar arasındaki geçiş yerlerinden biriydi. Buradan sonra patikadan çıkmadan yolumuza devam ettik. Dağlardan Antalya’nın görünüşü, dağlardaki doğal güzellikler, yalçın kayalar görülmeye değer manzaralardı.

Yol üzerinde Göynük Kanyonuna doğru giden boğazdaki geçit - dayısı geçidi - ise dik, kayalık ve kayalardan çıkmış ve kurumuş olan ağacın yer aldığı ilginç bir yerdi. Yüksek, tehlikeli yerlerde fotoğraf çektirmeyi çek seven Ahmet ve Kezban’ın fotoğraf çektirme merakı yüreğimizi ağzımıza getirdi. Uçurumun kenarında duran kurumuş ağaca çıkıp poz veriyorlardı. Bastıkları dal kırılabilirdi, üzerinden geçtikleri kayalar kayabilirdi vs. Nitekim çıktıkları kayaların üzerinden patikaya dönerken Ahmet’in bastığı kaya parçası kopup düşerken güçlükle kayalara tutunabildi. Bu arada Ahmet’in ayağının boşta kaldığını görür görmez onun bulunduğu yere doğru koştuğumu hatırlıyorum. “Tamam, iyiyim, tutundum” dedi de rahatladık. Can havli ile kayaya bir sarılışı vardı ki, uzun süre birbirini görmeyen sevdalılar gibi dakikalarca hareketsiz kayaya sarılı kaldı. Sakinleşince yavaş yavaş emniyetli bir yere indi.

 
 
 

Dayısı geçidinden sonraki iniş kısmı hem dik hem kayalıktı. Ama patika ve patika boyunca konulan işaretler belirgin olduğu için yavaş adımlarla emniyetli bir şekilde inmek mümkündü.

Kayalık ve taşlık alan bitince ormanlık bir alana girdiğimizde bir müddet sonra bazı ağaçların dibinde ateş yakılmış gibi yanık izleri olduğunu gördük. Kendi kendimize yorumlar yapıyorduk. “Şu insanlar ne kadar acımasız ve nankör? ağacın dibinde ateş yakılır mı? bu ne vicdansızlık?” diyenlerimiz vardı. “Yok, yok, birbirine yakın yerde ağaç dibinde ateş yakmazlar, ağaçlara yıldırım düşmüştür” diyenler oldu. Malkoçoğlu söz alıp “ yıldırım kendisine en yakın yere düşermiş, öyle olsa ağaçların tepeleri de zarar görürdü” dedi. Neyse, bir yandan konuya açıklık getirmeye çalışırken bir yandan yürümeye devam ediyorduk. 50-60 metre ilerleyince tüm ağaçların üst kısımlarının olmadığın gördük sadece kökleri duruyordu. Bu defa da “herhalde bu bölgeye uçak veya helikopter düştü” filan demeye başladık. Biraz daha ilerleyince ormanda yangın çıktığı ve ağaçların yandığını fark ettik. Neyse çok fazla alana yayılmadan yangın sönmüşte ormanın geri kalan kısmı kurtulmuş. Yoksa buralar araçların ve insanların çıkması oldukça zor. Bu yorumlarımızdan şunu anladım ki, işin aslını astarını bilmeden ulu orta yorum yapmamak lazım. Bilip bilmeden yapılan yorumlar bizi yanlış düşüncelere sevk edebiliyor. Ormanların yanması hüzün vericiydi. Hepimiz üzüldük ve yanan, yıkılan ağaçların yanında elimizde belge olarak dursun diye hatıra fotoğrafı çekip yolumuza devam ettik.

Uzun süre iki yalçın dağ arasında uzanan orman içindeki patikadan ilerledikten sonra buz gibi suların aktığı, küçük ve berrak su birikintilerinin olduğu dere boyunca ilerleyip Göynük Kanyonuna ulaştık. Kanyona rafting yapmak üzere iyi yatırım yapmışlar ama su olmadığı için suya atlama iskeleleri açıkta kalmış, sanki seyir terasları gibi duruyorlardı. Kuraklık sebebiyle su olmadığından rafting yapılması da mümkün değil artık. Kanyon kenarında biraz dinlendikten sonra dün çıktığımız kapıdan tekrar çıktık. Kapıda bekleyenlere “ücret ödemeden giremezsiniz diyordunuz. Gördüğünüz gibi yürüyüşü yaptık şimdi de çıkıyoruz” filan diye polemiğe girmeden ilk defa buradan geçiyormuş gibi çıkıp gittik. Lakin ileride narenciye bahçesinin yanında dün bizi öfkeyle uğurlayan adam bu defa portakal suyu satmak üzere yolda bekliyordu. Dün karşılaştığımızda öfkeli olduğu için gözü hiçbir şey görmeyen adam bizleri görünce zaten tanıyamamıştı. Ama Ergün dünkü yanlış anlaşılmayı telafi etmek için adama durmadan arkadaşlarımızın ne kadar iyi insanlar olduğunu filan anlatıp duruyordu. Konuşma uzayınca biz devam ettik. Sonra Ergün’ü “akşama geç kalıyoruz” diye çağırmak zorunda kaldık. Sonunda Ergün geldi ve kamp yerine gitmek üzere hareket ettik. Bahçe sahibi ile aralarında geçen konuşmaları o anda bize anlatmadı. Akşam yemekte anlattı. Adam Ergün’ü her gün farklı bir grubu yürüyüşe götüren rehber sanmış. Ergün bizi göstererek “gördüğün gibi arkadaşların hepsi de pırıl pırıl insanlar bunlar senin bahçene zarar verirler mi hiç” filan demişse de adam ikna olmamış. “Tamam, bunlar iyi insanlar, sen de iyi bir insansın, ama dün yanındakiler pek sağlam ayakkabıya benzemiyorlardı” demiş.

Dünkü kamp yerine ulaştık. Bu gün dünkü gibi sakin değildi, arabalar vardı, insanlar oralarda gezip eğleniyorlardı. Biz yine dünkü yerimize tapulu arazimizmiş gibi yerleştik, Ergün’ün hazırladığın mantar soslu, bol salatalı köftelerimizi yedik, kamp ateşini yaktık ve etrafında yine günün kritiğini yaptık. Bu arada İffet her derdi olana çare bulan doktor gibi dinini yaymaya çalışan misyoner gibi derdim var diyeni hemen terapiye alıyordu. Hazır ateşte yanmışken yükseklik korkusu olan Mehmet’in korkusunu ateşte yakıp onu kurtarmak için terapiye başladı. Terapinin etkisiyle sersemleşen Mehmet başta olmak üzere çoğu arkadaş istirahat etmek üzere çadırlarına çekildi. Benim çadır ataşe yakın olduğundan çadırın ateşten zarar görmemesi için ateş külleninceye kadar beklemek istedim. Ateş sönünceye kadar bekleyen bir iki arkadaş daha vardı. Sonra hepimiz istirahate çekildik. Çadırda tam uyumak üzereydim ki, 3-4 kişi yakınımıza gelip oturdular. Gülüp eğleniyorlar, bir yandan da üşüdükleri için ateş yakıyorlardı. Harlı ateşi görünce çadırımın kapısın açıp orada oturanlara ateş yakmamalarını, burada kamp kurduğumuzu, ateş çıngılarının çadırlarımız yakabileceğini söyledim. Onlarda cevaben kendilerinin de kampçı olduklarını üşüdüklerin için ateş yakmak zorunda kaldıklarını filan söylediler. Neyse yaktıkları ateş 4-5 adım geriye çektiler ve orada ısınmaya çalıştılar. Ben de uyumaya çalıştım ama nafile. Yüksek sesle konuşuyorlardı, bir türlü uyuyamıyordum. Neyse oturanların yakınına bir başka grup geldi de ateş yanında oturanlar rahat konuşamadıklarından gitmek zorunda kaldılar. Bu arada Ahmet ateşin başında oturanları bizlerden birileri sanmış kendisi çağrılmadığı için de alınmış, yanlarına gitmeyi de kendine yakıştıramamış. Ateş yakanlar ateşi söndürmeden gittikleri zaman yanan ateşi söndürmeye geldiğinde yeni ateşin bizim yaktığımız ateş olmadığını, oturanların da bizlerden birileri olmadığını yeni gelen gruptakilerle konuşunca anlamış. Bu arada saat gece 2:30-3:00 civarında dalmış uyumuşum. Yeni gelenler içtiklerinin etkisi ile yüksek dereceden konuşmaya başlayınca yine uyandım. Bir türlü uyuyamıyordum. Çadırımın kapısını açtım konuşmaların geldiği yere doğru el lambasını tuttum sesler kesildi. Işığı kapatınca bir iki dakika sonra yeniden konuşmaya başladılar. Bu defa hiç kapatmadan lambayı gözlerine doğrulttum. Dayanamadılar herhalde, arabalarını çalıştırıp çekip gittiler. Bende rahat bir uykuya daldım.

Genelde sabah 6 civarında uyanmama rağmen ertesi günü uyandığımda saat 7’yi geçmişti. Kalktığımda herkes kalkmıştı. İffet bulduğu arkadaşları toplamış onlara deniz kenarında yoga yaptırıyor, Ergün ile Reha’da onların fotoğraflarını çekiyorlardı. Sabah sporu bittikten sonra kahvaltıya oturduk. Yine nefis bir kahvaltıdan sonra toplanıp yola çıktık. Antalya Konya altı Plajında denize girip sonra da kale içini ve limanı gezdik saat 14:00 civarında da Ankara’ya hareket ettik. Yolda Sandıklıda yemek molası verip yemek yedik ve sürtülmüş haşhaş aldık. Gece 10:30 civarında da Ankara’ya ulaşmıştık. 3 günlük bir yürüyüş ve gezi olmasına rağmen zihniniz sıfırlanmış ve kendimizi yeniden doğmuş gibi hissediyorduk. Bir tek olumsuz yön vardı. Genelde uzun soluklu yürüyüşlerde kilo vermeme rağmen Ergün ile gittiğim yürüyüşlerde kilo alıyorum. Herhalde yaptığı yemeklerin lezzetli olması biraz fazla yememize neden oluyordu. Bunun dışında her şey mükemmeldi.

 

Rehberimiz Ergün başta olmak üzere herkese teşekkür ederim.


01 Mayıs 2014. Hasan Çoban