Kaçkar Dağı Zirveye Tırmanış Yaylalarda Geçiş

Katılan arkadaşlara teşekkür ederim.

Dağ ve doğa sporcuları için mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken yerlerden biri olan ve bu yüzden hem yerli hem de yabancı doğa tutkunlarının hayallerini süsleyen Kaçkar Dağı Zirvesine ve yaylalarına gitmeyi uzun yıllardır düşünmekte ve hayal etmekteydim. Bir yeri ya da bir kimseyi görmeyi hayal edersin, gözünde büyütürsün ve beklentilerin yüksek olur da, gördükten sonra beklediğini bulamayınca hayal kırıklığına uğrarsın ya. İşte Kaçkarlar da böyle bir yer. Kötü hava şartlarında giderseniz ve beklemeye de tahammülünüz yoksa hiçbir şey göremeden geri dönebilirsiniz. Kaçkar yaylaları, her an, ulu orta ve herkese yüzünü göstermiyor. Sabırlı olanlara, bekleyenlere, kendisini görmek için sıkıntıya katlananlara ve onu görmeyi içten arzu edenlere kendini gösteriyor. Kaçkar dağları gidilmek için uygun hava şartları beklenirse, insanı hayal kırıklığına uğratmayacak, her yıl gidilse bile yine de görülmeye doyulamayacak tabii güzelliklerle dolu olan bir doğa harikası. Bu yıl Kaçkar Dağlarına gitme hayalimi gerçekleştirecek bir fırsat doğunca çok sevindim. 29 Ağustos - 5 Eylül 2013 tarihleri arasında Yeni Rota ile Rize - Pazar - Ayder Yaylası - Yukarı Kavron - Öküz Yatağı (2 gece kamp) - Mezovit Çayırı - Kaçkar zirvesi - Derebaşı Gölü - Kavron Geçidi - Apivanak Yaylası - Palovit Yaylası - Yukarı Amlakit Yaylası - Samistal Yaylası (kamp) - Hazindak Yaylası - Pokut Yaylası (kamp) - Sal Yaylası - Şenyuva Köyü - Fırtına Deresi - Çamlıhemşin (Konaklar Mahallesinde kamp) ve Ayder Kaplıcaları güzergâhını izleyerek 6 günlük unutulamayacak bir doğa yürüyüşü yaptık.

Zirve tırmanışı ve yürüyüşümüz Ergün Erdem'in rehberliğinde Mohammed Agha, Reha Bahtiyar, Hasan Çoban, Yasemin Güleç, Orhan Kaymak, Leyla Koç, Osman Kurt, Âdem Sahabi ve Gazanfer Toygar’ın katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Katılan tüm arkadaşların birbirlerine karşı hoşgörü ve yardımlaşmaları sayesinde zaman zaman yağışlı havaya rağmen önemli bir sıkıntı olmadan yürüyüş tamamlanmıştır. 29 Ağustos 2013 tarihinde akşam 18:00’de Ankara’dan hareket edip 13 saatlik bir yolculuktan sonra sabah 07:00 civarında Rize’nin Pazar ilçesine ulaştık. Karadeniz bölgesindeki köylerde, her tepeye bir ev yapılarak nasıl dağınık yerleşilmişse, kıyılarda ise tam tersine yerleşim yerleri neredeyse birleşmiş vaziyette olduğundan Pazar ve Ardeşen ilçeleri birbirinin mahallesi gibi olmuşlar. Ankara’ya dönüşte sıkıntı çekmemek için biletimizi yürüyüşe başlamadan önce almak istedik. Ancak, dönüş için aynı otobüste ve ayni saatte 10 kişilik yer olmadığını öğrendik. Dünya çok küçük, ummadığımız yerde ummadığımız kişilerle karşılaşabiliriz ya. Pazar’da da öyle oldu. Pazar ilçesi Ulusoy Firmasının Terminalinde çalışan Hasan Acıyan bize “sizi bir yerden tanıyorum, yabancı değilsiniz, sizi mağdur etmem, gerekirse misafir ederim” dedi. “Yalnız, Rize ve diğer ilçelerin terminallerinde bilgisayar işlemleri saat 8’de başlıyor, hem de Ayder’e gidecek dolmuşlar saat 8’den sonra daha sık kalkıyor, o zamana kadar bekleyin, ben işiniz hallederim” diye bize yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu arada hem kahvaltı yapmak hem etrafı tanımak amacıyla Pazar çarşısına çıktık. Garajdan çarşıya giden yol üzerindeki köprünün yanındaki, günümüzde moda haline gelen ve düzenli oturma yerleri olan (simit sarayları gibi) bir simitçiye oturduk. Karadeniz insanının anlık tepkisinin, kıvrak zekâsının ve gayet doğal bir şekilde gösterdikleri esprili davranışlarına ilk defa orada şahit oldum ve daha sonra muhtelif yerlerde karşılaştım. Simit fırınında yapılan simitler alışık olmadığım susamsız ve parlak simitlerdi. Fırın ocağı önündeki ustaya “simitler amma yağlıymış ha” dedim. “Ne yağı hemşerum, simitte yağ mı olur, tövbe estağfurullah” diye sert bir cevap verip sinirli sinirli başını sağa sola salladı. Hemen alttan aldım ve ”şey, çok yağlı demek istemedim, çok parlak görünüyorlar da onu demek istedim” dedim. “Ha öyle söylesene, bizim simitler farklıdır, susamsızdır, gevrektir ve daha sağlıklıdır” dedi. Neyse işi tatlıya bağlayıp burada yapılan simitlerin geleneksel susamlı simitlerden daha lezzetli olduğuna inandık da orada nefis Kaçkar çayı eşliğinde simitli kahvaltı yaptık.

Ayder Yaylasına gitmek üzere tekrar garaja döndüğümüzde Hasan Acıyan, “ben sizi bir yerden tanıyorum, acaba nereden” diye kendi kendine sorup duruyordu. Ben de daha önce nerelerde çalıştın? Bir yerlerde karşılaşmış olmamız lazım deyince”, 15-20 yıl önce Başbakanlıkta görev yaptığını söyledi. “Tamam” dedim. Ayni binada görev yapmışız, uzaktan birbirimizi görmüş ve selamlaşmış olmamız lazım” deyince. Karşılıklı “tamam, şimdi anlaşıldı birbirimizle nereden tanışık olduğumuz” diye eski günleri yâd ettik. Saat 8:30 civarında Ayder’e gidecek minibüs ile yola çıktık. Pazar ilçesinden ve Çamlıhemşin’den Ayder Yaylasına minibüslerle düzenli seferler yapılmaktadır. Ayder Yaylasından Kaçkar Dağlarına en yakın yayla olan Yukarı Kavrun Yaylasına yine aynı şekilde minibüslerle gidilmektedir.
Pazar Terminalinden Ayder yaylası yoluna gelen fırtına deresine kadar olan mesafe 2-3 km. Kıyıdan Çamlıhemşin’e 23 km. Çamlıhemşin Ayder Yaylası arası ise 17 km. Ayder yaylasına kadar yol asfalt, bazı yerler beton ve gayet güzel, manzara ise doğa harikası. Çamlıhemşin'e doğru giderken yol üzerinde birkaç salcılık (rafting) işletmesi var, rafting sporu yapanlar için fırtına deresi önemli bir yer. Çamlıhemşin ilçe merkezi Fırtına Deresi kenarında yerleşmiş bir yer olup eskiden çalışmak için Rusya’ya giden yöre halkı orada pasta ve ekmek yapmayı öğrendiklerinden ilçedeki çoğu insanı mesleği pastacılık ve fırıncılık olmuş. Fırtına Deresi, Kaçkar ve Verçenik Vadilerinden gelen Elevit Deresi ve Palovit Deresinin birleşimi olan büyük dere ile Hala Deresinin (Ayder Deresi) birleşmesinden oluşuyor. Fırtına Deresi Pazar ile Ardeşen arasından Karadeniz'e dökülmektedir.

Ayder Yaylası Kaçkar dağlarına tırmanış güzergâhında yer almaktadır. Çamlıhemşin ilçesinin 17 km. güneydoğusunda 1350 m. yükseklikte, yolu Fırtına deresi boyunca eşsiz doğa güzellikleri arasında olan, çam ormanları ile kaplı, şelalesi, yayla evleri, motelleri, pansiyonları, yemyeşil düzlükleri, türlü çiçeklerdin elde edilen balı ve 50 derece sıcaklıktaki şifalı kaplıcasıyla görülmeye ve gezilmeye değer bir sayfiye yeridir. Aydere gelen amatör yürüyüşçülere kılavuz olması için konulan bir tabela Ayder'den Hazindak Yaylasına giden, 1250 m’den 2100 m’ye çıkılan ve 3650 m’lik güzergâhı olan bir patikanın olduğunu gösteriyordu. Parkurun Hazindak Yaylasına giden kestirme, ama dik bir yol olduğu söyleniyor. Ayderden Yaylasından Kavron Yaylasına başka bir minibüs ile gidiliyor. Yol Ayder'den sonra stabilize olup 6 km ileride Galer Düzüne kadar iyi sayılır. Boğa güreşlerin ve festivallerin yapıldığı Galer düzünden Yukarı Kavrun yaylasına kadar olan 5 km’lik kısım ise bozuk bir satıh ama yine de minibüs gidebiliyor. Ancak, arabalar zorlanabilir. Toplumun her kesiminin kendine göre bir derdi olduğu gibi buradaki dolmuşçuların da kendilerine göre dertleri var. Volkan Konak’ın türkülerinden birinde bu durum “herkesin bir derdi vardır durur içerisinde” denilerek çok sade bir şekilde ifade edilmektedir. Ayder Yaylasından Kavrun Yaylasına sefer yapan beş altı minibüsün dışında, ruhsatsız çalışan ve kaçak yolcu götüren minibüslerin gelen misafirleri mağdur ettiklerinden ve asıl hizmet veren minibüslerin itibarını zedelediklerinden, ruhsatlı minibüs sahipleri kaçak minibüsleri çalıştırmamak için her yola başvurarak haklarını korumaya ve hâkimiyet kurmaya çalışmaları çok anlamlıydı. Minibüs şoförümüz Tayfun, bir yandan yöreyi bize tanıtırken bir yandan da telefonla minibüsçüler arası mücadelenin oyun kuruculuğu yapıyor, jandarmayı arıyor, arkadaşlarına nasıl hareket edeceklerini anlatıyor ve “geçen hafta Ayderden Avusor Yaylasına götürmek üzere aldıkları yolcuları başka bir yere bırakıp gitmişler, sonra biz toplayıp getirdik” diye izinsiz çalışan minibüslerden dert yanıyordu. Onlar ülkeyi kurtarmaya değil kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı. Aslında yaptıkları doğru bir davranıştı. Herkes kendi yaptığı işi en iyi şekilde yapsa ülke zaten refaha erişirdi. Kavrun Yaylası araları 3 km. olan Aşağı Kavrun ve Yukarı Kavrun olmak üzere iki kısma ayrılır. Yukarı Kavrun rakımı 2250 m. olup Kaçkar Dağı zirvesine yaklaşık 8-9 km mesafededir. Bu yayla, Kaçkar Dağı'na tırmanış yapacak dağcıların kamp yeri olarak da konakladıkları yerlerden biridir. Kavrun Yaylasının kışın tamamen karlar altında kaldığı söyleniyor. Yukarı Kavrun yaylasında ahşap köprüden sonra oturulup dinlenilecek ve yöresel yiyeceklerin tadılabileceği birkaç kahvehane ve yöresel yemek yapan mekânlar var. Kahvelerden birinin kapısında Organik muhtar levhası Karadeniz insanının pratik zekâsı ile hazırlanmış bir reklamı oldukça esprili şekilde anlatıyordu. Muhtar ve hanımı ile bir fotoğraf çektirdim. Rehberimiz yörenin geleneklerini bildiğinden Ayder’de aldığımız torpillerden birini patlatınca bunu silah sesi sanan yaylacılar da silah gösterisine başladılar. Dakikalarca silah sesi dinledik. Hava açık ve güneşli olduğundan köprünün yukarısındaki bir çimenlikte yer sofrası kurup öğlen yemeğimizi yedik. Yörenin insanları gibi cana yakın olan tavukların da bizlere eşlik edecek kadar soframıza yaklaşmaları ve kendilerine uzattığımız ekmek ve üzümleri hiç çekinmeden yemeleri doğallığı ayrı bir güzellik katıyordu.

Öğlen saat 1 civarında kamp kuracağımız yere gitmek üzere 14-15 kg yükü olan sırt çantalarımızı yüklenip dere yatağından yukarı doğru yürümeye başladık. Dere yatağında patika olduğundan pek zorluk olmadı. Dere boyunda sağa sola sapmadan gidilirse patika bittikten sonra büyük kayaların üzerinden tırmanarak Derebaşı Gölüne ulaşılıyor. Öküz Yatağı Gölüne gitmek için bir müddet dere boyunda ilerledikten sonra sola doğru ayrılan dere koluna sapılırsa öküz yatağına daha rahat gidiliyor. Ancak, rehberimiz iki saat dere boyunda gidip sonra sol tarafa yamaca sapacağız deyip kendisi ısırgan otu toplamak için geride kalmıştı. Öncü arkadaşlarımız hızlı gittiğinden arkadakiler de öndekileri takip ettiğinden sola sapılacak yeri geçmişiz. Ergün öküz yatağı tarafına yönelip tepeye çıkınca bizim ileri gittiğimizi görmüş ve kendisine doğru gelmemiz için sesini güç bela bize duyurabilmişti. Dik bir yamaçtan öküz yatağı tarafına çıkarken taşlık, kayalık ve yokuşta bayağı yorulduk. 3-4 saatlik bir yürüyüş sonrası öküz yatağındaki göle ulaşıp, gölün kenarına öküzlerin yatmadığı ama düzgün olan bir yere çadırlarımızı kurduk. Öküzlerin yattığı yere çadır kurulursa öküzlerin çadırı boynuzlayıp başka yer attığını duymuştum. O gün akşam hava açıktı. Etrafın manzarasını ve Kaçkar dağlarını doya doya seyir ettik ve fotoğraf çektik. Akşam yemeğinden sonra istirahate çekilerek 2. Günü sabah 4’de kalkıp hazırlanarak 5 civarında zirve için yola çıktık. Öküz yatağı gölünün kenarından ilerleyip Mezovit çayırını geçince başlayan çarşaklı yol kapıya kadar devam etti ve oldukça yorucu idi. Bazı yerleri katırların bile yürüyemeyeceği şekilde küçüklü büyüklü kaya parçalarının üzerinden hareket etmek oldukça zaman alıyordu.

Yolda bizden bir gün önce zirve yapan gruptaki dağcılardan biri ayağı kayıp düşerek kaza geçirmiş, kazayı ucuz atlatarak sadece ayağı kırılmış. Yürüyemediği için ve telefon da çekmediğinden arkadaşları telefon çekecek mesafeye indikten sonra yardım istemişler. İlk kamp kurduğumuz gece yardıma gidenlerin tepe lambalarının ışıklarını görüyorduk. Biz zirveye çıkarken ikinci bir kurtarma ekibi de yaralıyı getirmek üzere önümüzde gidiyorlardı. İlk giden grup dönerken yolda karşılaştık. Yaralıya yiyecek ve gerekli malzeme bırakıp döndüklerini söylediler. Arama kurtarma ekibine kaza ile ilgili bilgi sorduk. Bize kaza ile ilgili bilgi verdikten sonra “kaskınız yoksa, gücünüz yoksa lütfen zirveye çıkmaya çalışmayın, bir de sizin için uğraşmayalım, tekrar buralara gelmeyelim” diye biraz sitemkâr konuşturlar. Biz de “merak etmeyin hepimiz tecrübeliyiz, inşallah sağ salim döneriz” deyip yolumuza devam ettik. Kapıyı çıkınca 10-15 dakika dinlendikten sonra zirveye doğru kayalardan tırmanılarak gidilen ve oldukça dikkat isteyen yollardan tırmana tırmana saat 12’de Kaçkar Dağı zirvesine (3937 m) ulaştık. Zirvenin kuzey tarafında öküz yatağı tarafı ve Kavrun Yaylası yavaş yavaş sisle kaplanmaya başladı. Güney tarafta, yani deniz gölünün olduğu tarafta hava açıktı ve iki tarafta da manzara çok güzel görünüyordu. Deniz gölü tarafından da zirveye çıkış var. Oradan zirveye tırmanan dağcıları görebiliyorduk. Güney tarafından, yani deniz gölü tarafından çıkış daha kolay gibi görünüyor. Tabii oradan çıkmadığımız için emin değilim. Ama, zirve için en kolay ve tehlikesiz rotanın Kaçkar dağının Güney yamacı, yani Erzurum-Yusufeli güzergahının olduğunu duymuştum. Belki gelecekte güney yamacından da tırmanma şansımız olur.
Vadileri kaplayan sis zirveye ulaşmadan, önümüzü görüyorken inebildiğimiz kadar aşağı inelim diye zirvede fotoğraf çekip, zirve defterine hatıra yazdıktan sonra inişe başladık. Sis basmadan zor olan kayalık kısımdan indik. İnişte kapıya yaklaştığımızda arama kurtarma ekibinin hala yaralıyı Mezovit çayırına götürmek üzere kapıya doğru güney taraftan çıkarmaya çalıştıklarını görüyorduk. İçimizden yardım etmek istiyorduk. Ama bir taraftan da kurtarma ekibinin bu iş zaten yaptığını düşünüp en azından kendimiz salimen inelim de, bir de biz kurtarıcılara yük olmayalım diye vicdanımızı kısmen rahatlatarak yolumuza devam ettik. Kapıdan sonraki inişte kestirme bir yol tercih ettik ve buzulun aşağıdaki ucunda üzerinden geçtik. Sonra yine taşlık alanda ilerlemeye başladık. Bazen taşlardan sekerek bazen düşmemek için eğilerek ilerleyip Mezovit çayırın ulaştık. Çarşakta kayalarda yürürken satranç oynar gibi iki üç hamle sonrasını görerek yürümeye çalışılırsa düz yolda yürünür gibi yürünebildiğini fark ettim ve çıkarken de, inerken de, kayalarda yürürken de öyle yaptım. Her adımda nereye basılacağı düşünülürse hem düşme ihtimali yüksek oluyor hem de yavaş hareket ediliyor.

Mezovit çayırında önceki kurtarma ekibinin kamp kurdukların gördük. Bizi görünce önümüze çıktılar. Kazazede ve kurtarma ekibini sordular. Biz de 1-2 saate gelirler, kapının öbür tarafında aşağıda onları gördük dedik. Biraz dertliydiler. Helikopter beklediklerini, ancak gelmediğini, yaralı bir yabancı olsa veya ünlü birisi olsa hemen helikopter gönderildiğini, sade vatandaş olunca pek dikkate alınmadığını söyleyip dert yandılar. Ben de “buralarda katır yok mu? katırla götürebilirsiniz” deyince ekipten biri “bizden iyi katır mı olur, katır gibi çalışıyoruz işte” diye sitemkâr bir espri yaptı. “Sağlık olsun, hepimiz öyle veya böyle hayatta güçlüklerle karşılaşıyoruz” diye gönüllerini almaya çalıştık. Ama, zor şartlarda çalıştıklarından gönülleri kırıktı.
Mezovit çayırının ve öküz gölünün sahibi sanki öküzlerdi. Gelip geçenlere de bunu hissettiriyorlardı. Öküzlerin de kendi aralarında bir lideri vardı. Arada sırada böğürüp diğerlerine meydan okuyordu. Liderin restini gören ve liderliği ele geçirmek isteyen öküzlerin arada bir liderle kavgaya tutuştukları da oluyordu.

Buzullardaki çatlaklar özellikle kar yağınca üstü kapandığında tehlike oluşturuyor.

Kaçkar zirvesi tırmanmak için zor olmanın ötesinde dikkat ve şans gerektiren bir zirve. Hava yağışlı olmadığı için şanslıydık ve gruptaki tüm arkadaşlar salimen zirveden indik ve saat 5 civarında kamp yerimize ulaştık.
Hava sisli ve hafiften de çiselediğinden giyeceklerimizi değiştirmek ve dinlenmek amacıyla herkes çadırlara çekildi. Gün batmadan rehberimizin hazırladığı nefis akşam yemeğini yedikten ve çayımızı içtikten sonra istirahate çekildik. Bu arada yemek yerken saat 20:00 civarında helikopter sesi duyduk, hava sisli olduğu için görülmüyordu, ancak sesten mezovit çayırına doğru gittiğini fark ettik 10-15 dakika sonra yine üstümüzden geçerek uzaklaştı. Yaralı dağcıyı götürdü diye düşünmüştük ama, ertesi gün yaylalardaki köylülerden öğrendiğimize göre kötü hava şartlarından dolayı helikopter inememiş ve daha sonraki gün ancak yaralıyı götürebilmişler.
Sabah kalktığımızda hava açıktı. Vadilerin aşağısı bulutla dolmuş deniz gibi görünüyordu, Kaçkar zirvesi ise açıktı. Tekrar etrafı gezindik, fotoğraf çektik ve kahvaltı yapıp çadırlarımızı topladık. Sabah sis yokken Kavron geçidi yakın gibi gözüküyordu. Ama, öyle olmadığını yürürken anladık. Kamp yerinden Derebaşı Gölüne doğru yamaçtan ilerleyerek 2 saatte varabildik. Göle yaklaştıkça kayalardan yürümek zorlaşıyordu. Kayalar üzerinde ağır yükle seke seke hareket etmeye alıştığımız için mola vermek üzere çantayı indirip yürüyünce ay üzerinde hareket ediyor ya da yerçekiminin etkisi azalmış bir ortamda yürünüyormuş hissine kapılıyorduk. Göl kenarında iki Avusturyalı dağcı ile karşılaştık. Sisten yollarını kaybetmişler. Aşağı Kavrona gideceklermiş, gölün altındaki dere yatağını takip etmelerini söyleyip vedalaştık. Göl kenarında biraz dinlendikten sonra Samistal Yaylasına gitmek üzere Kavron geçidine kadar uzanan zorlu yürüyüşümüze devam ettik.

Gölden tepeye varmak da 1-2 saatimizi aldı. Rehberimizin yol ve yön tecrübesi çok iyi olduğundan sis sebebiyle ancak 5-10 metrelik mesafenin görülebildiği hava şartlarında bile, yamaçtan bazen makiler arasından bazen kayalardan atlaya atlaya yürümeye devam ediyorduk. Birbirimizi kaybetmemek için hem önümüzdeki he de arkamızdaki arkadaşımızı görecek şekilde hareket edip arada bir arkaya bakıp mesafe açıldığında birbirimizi uyarıyorduk. Zor şartlar sebebiyle arada bir bu kuralın unutulduğu da oluyordu. Rehberimiz devreye girip “arkadaşlara görüş mesafesini koruyalım” diye uyarıyordu.
Yukarı Kavron geçidini aşmaya çalışırken, patika yol bulunca o kadar sevindik ki, yarıya kadar tırmanırken yaşadığımız zorluğu bir anda unuttuk. Geçidi aşınca düzlükte biraz dinlenip yolumuza devam ettik. Geçidi geçtikten sona öbür taraftaki vadiye yönelip bir müddet sonra vadi yatağına ulaşınca uygun bir yerden karşıya geçtik. Derede oldukça bol su vardı. Sanırım bu gür suda bölgeye mahsus alabalık vardı. Zaman bol olsa oralarda kamp kurup balıkta tutulabilir. Dere boyunca aşağı devam edip Apivanak Yaylasına ulaştık. Apivanak Taş köprüsünden geçip evlerin yanında aşağıya devam ettik ve Palovit Yaylasına ulaştık. Hem Apivanak yaylasında hem de Palovit yaylasında köylüler yağmurun çiselemesine aldırmadan tarladaki işlerine devam ediyor, kadınlar ellerinde şemsiye ile hayvanlarını otlatıyorlardı.

Apivanak Yaylası rakımı 2575 m ve Çamlıhemşin'den 80 km uzakta olup Palovit vadisinin Erzurum'a geçişindeki son yayladır. Palovit'ten biraz daha yüksekte olup Kaçkarlar’ın en yüksek yaylalarından biridir. Evleri doğa ile uyumlu ve tek katlı. Köyde elektrik yok. Küçük bir taş köprüsü var. Yaylada yüksek rakım nedeniyle ağaç yetişmediği için ısınmada ve yemek yapmada tezek kullanılıyor herhalde ki evlerin duvarlarında tezekler vardı.

Palovit Yaylası rakımı 2400 m olup Çamlıhemşin’e araba ile 4 saatlik mesafede olduğu ancak kar sebebiyle 7-8 ay yaylaya ulaşılamadığı söyleniyor. Amlakit Yaylasının rakımı 2050 m olup Vartavor şenliğinin yapıldığı yayladır. Amlakit yaylası halen, Aşağı Vice, Hala, Habak köyleri tarafından kullanılmaktadır.
Palovit ve Amlakit yaylaları günümüzde de hayvancılık faaliyetlerinin yürütülen, yayla özelliğini koruyan ve geçiş noktası geçiş güzergahında olan önemli yaylalardır. Palovit yaylası, Çayeli’ne bağlı Çilingir, Arsavos, Sefalı köyleri ve Hemşin’e bağlı Ortaköy ve Çaneva köylerine aittir.

Apivanak Yaylasından Polavit Yaylasında giden yolda sık sık kendi başlarına bırakılmış büyükbaş hayvanların otladığı gördük. Bizim yabancı olduğumuzu fark ettiklerinden dikkatli dikkatli bize bakıyorlardı. Tek sıra halinde gidince bizi tren sandılar herhalde!. Palovit yaylasından geçerken etrafı ayıların ve diğer yaban hayvanlarının girmemesi için çevrilmiş arı kovanlarının bulunduğu yerler vardı. Sanırım arıcılık buralarda çok yaygın bir gelir kaynağı.
Apivanak Yaylasından aşağıya, Amlakit Yaylasına doğru giden değil de köyün sağ tarafından yamaçtan devam eden ve Samistal Yaylasında giden yolu takip edip akşam 8 civarında yayla köyüne vardık. Hava karanlık olduğu için tepe lambalarımızın yardımıyla ilerlerken Samistal Yaylasındaki köyün girişinden sağ tarafa yukarı doğru devam eden yol kenarındaki ilk düzlüğü görünce yürüyüşümüzü bitirilip kamp kurulmaya karar verildi. Tek amacımız biran önce çadırı kurup içine girmek kurulanmak ve ısınmaktı. Akşama kadar yağmurda yürüyünce yağmurluk ya da panço olsa da yağmur içimize kadar işlemiş ve bazı arkadaşların ayakkabıları da su almıştı.
Etrafta su olup olmadığın bile bilmiyorduk. Çadırları kurduktan sonra, köyden bize doğru el lambası olan iki kişi yaklaşıyordu. Köylüler genellikle köylerine gelen davetsiz misafirlerin ne amaçla geldiği, iyi niyetle mi, kötü niyetle mi geldiğini merak ettiklerini bildiğimden ben de onlara doğru yaklaştım. Selamlaştık. “Hayırdır, hemşerim ne yapıyorsunuz burada diye” sordular. Ben yürüyüşçü olduğumuzu, Ankaradan geldiğimiz, akşam olunca da burada kalmaya karar verdiğimizi anlattım. Biri genç, biri yaşlı köylülerden yaşlı olanına abi ismin nedir diye sordum. “İki ismim vardır hangisini sorayusın” dedi. “Bilmem ki” dedim. Senin anlaman kıttır galiba, benim bir resmi ismim var bir de akrabaların çağırdığı ismim vardır, hangisini sorayusun” dedi. Ben de “ikisini de söyle” dedim. İsminin “Mustafa Kemal” olduğunu söyledi. Öbürü de isminin Haşim olduğunu söyledi. Birlikte diğer arkadaşların yanına gittik ve muhabbeti ilerlettik. Biraz sohbet ettikten sonra, yakınlarda su olup olmadığını burasının çadır yerimizin uygun olup olmadığını sorduk. Kamp kurduğumuz yerin otel yapılmak üzere yıllarca önce düzeltilmiş ama kullanılmayan bir yer olduğunu, köyün öbür tarafında çayırlıkta daha iyi çadır kurulacak yer olduğunu ve çeşme olduğunu söylediler. Ama, çadırları söküp, tekrar kurmak ve ıslanmak istemediğimizden yerimizde kalmaya karar verdik.
Onlarla birlikte gidip köyün içindeki çeşmeden su getirdim. Akşam yemeğimizi rehberin nefis kıymalı makarnasından yiyip üzerine çayımızı içince içimiz biraz ısındı. Sonra da çadırlarımız çekilip uyku tulumlarına girerek ertesi gün için dinlenmiş olarak yola çıkabilmek için uykuya çekilmiştik. Sabah yine sisli ve ara sıra çiseleyen bir havaya uyandık. Yağmur başlamadın kahvaltımızı yapıp, yanımızdaki derede bulaşıklarımızı yıkayıp, çadırlarımızı toplayıp Samistal Yaylasının taş evlerinin arasından geçip Hazindağ yaylası üzerinden Pokut Yaylasına uzanan patikayı takip edecek şekilde yola koyulduk.
Samistal Yaylası köyünün içinden geçerken köylülerin telaş içinde oldukları gördük. Apivanak Yaylasında peşimiz takılan bir çoban köpeği Samistal Yayla köyüne kadar gelmişti. Köpek aç olduğu için ertesi sabah köylülerin tavuklarına ve kazlarına saldırmış. Kazı kayıp olan bir kadın bize çok kızdı. “Bu köpeği siz getirdiniz. Başımıza iş açtınız bak hayvanlarımız telef oldu diye bağırıp duruyordu. “Biz getirmedik, kendisi peşimize takıldı” desek de öfkesi dinmiyordu. “Siz yemek vermesiniz ya da sevmeseniz gelir mi” diyordu. Ergün, “bizim kendimize bile ekmeğimiz yok, köpeğe nerden ekmek verelim” diye savunmaya geçse de nafile, kadın ısrarlı “ben yıllardır hayvanlarla iç içeyim siz sevmeseniz bu köpek sizinle gelmezdi” diye sopasını yere vurup öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. İşin garibi, bir gün önce Palovit yaylasından peşimize köpek takılınca arkadaşlara “hayvanlar beni çok sever, gözlerine bir defa bakmam yeter, peşimden ayrılmazlar herhalde çoban olduğumu biliyorlar” diye şakalaşmıştım. Kadın öfkesini çıkaracak birini ararken “köpekler beni çok sever, onun için peşimizde takıldı” diyerek işi zorlaştıramazdım. Tabiatım gereği yalan da söyleyemediğimden, susmayı tercih ettim. Rehberimiz Ergün, köyden çıkıncaya kadar kadına dert anlatmaya çalıştı. Siz siz olun peşinize kedi köpek takmayın. Ya dağda taşta kurda kuşa yem olurlar ya da başkalarına zarar verirler. Köyden çıkınca arkadaşlar “bize dua et seni ele vermedik, kadına köpeğin senin yüzünden peşimize takıldığını söylesek öfkesini senden alacaktı” diye bana takılmaya başladılar.

Hazindak Yaylasına giden patika yolda görüş mesafesi 20-25 metre olduğundan manzarayı göremiyorduk ama müthiş bir güzelliğin önünden derin vadilerden ve dağ yamaçlarından, yüzlerce belki de binlerce yıldır kullanılan eski patikadan yürüyüp eşsiz güzellikteki çiçek ve bitki çeşidinin olduğu ormanın içinden geçip Hazindag Yaylasına vardık.
Hazindak Yaylası Rize ilinin Çamlıhemşin ilçesine bağlı ve 1900 m rakımda olup 25 civarında evi olan bir köy. Yayla köyünde Turist Ömer lakaplı Ömer beyin daveti ile dedelerinden kalma konağının sundurmasında çay molası verdik. Islanan arkadaşlar üstlerini ve çoraplarını değiştirme ve dinlenme fırsatı bulmuştu. Köyün insanları o kadar cana yakın ki sohbet bir türlü bitmiyor. Ömer Bey emekli olmuş ve yaylaya yerleşmiş, aynı zamanda rehberlik de yaptığından yöreyi iyi biliyor, bildiklerini bize yüksünmeden anlatıyordu. Sağ olsunlar bize bir iki ekmek verdiler. Hanımı biraz esprili, adam ekmekleri sanki kendisi yapıyor gibi bol keseden savuruyor diye bize şaka yapmıştı. Orada bulunan köylüler ile hatıra fotoğrafı çektirip “eeee, yolcu yolunda gerek” deyip ayrılıyoruz. Hepsine yürekten teşekkür ediyoruz

Hazindağ içinden Pokut Yaylasına çıkan orman yoluna giriyoruz. Köyde yeni ev inşaatları devam ediyor. Köyün girişine bir motel yapılıyor. Yol yeni yapılmış. Yol kenarında müthiş bir orman dokusu var, yağış çiseleyerek devam ediyor, kah yoğunlaşıyor kah azalıyor ama hiç kesilmiyor. Yol boyunca gözümüz yaban mersini böğürtlen arayarak ilerliyoruz. Arada bir çeşmelerde ya da böğürtlenin çok olduğu yerlerde mola verip böğürtlen yiyerek ve su takviyesi yaparak saat 3:30 4:00 civarında Pokut Yaylasındaki kamp yerimize ulaşıyoruz. Pokut Yaylası köy evlerinin bulunduğu yerin yamacındaki tepede yağmurun azaldığı bir anda acele ile çadırlarımızı kuruyoruz. Yağmur artınca mecburen çadırlara girip hem dinlenip hem de yağmurun kesilmesini bekliyoruz. Uyumayınca da çadır içinde vakit geçmiyor. Keşke çadırların penceresi olsaydı da dışarıyı seyir etseydim diye düşündüm. Uzun süreli yürüyüşlerde yağmur ya da başka sebeplerle beklemek gereken anlar için kitap veya dergi bulundurmakta yarar var.

Hava biraz açınca arkadaşlar akşam yemeğinden sonra ateş yakmak için ormandan odun topluyorlar. Güya az ıslanmış veya kuru oldukları sanılan çalı çirpi ne varsa getirmişler. Ben de Adem ile aşağıda görünen köyden su getirmek üzere yola çıkıp yol kenarındaki Pokut Doğa Konuk Evinin önündeki çeşmeden su aldık. Akşam Ergünün yaptığı lezzetli bulgur pilavını yedikten sonra ateş yakmak için toplandık. Her birimiz sırayla tutuşturulan ince dalların yanması ve ateşin diğer dalları tutuşturması için kâğıttan yapılan yelpazeyi sallayarak veya körük gibi üfleyerek uğraştık, ama nafile, Pokut yaylasında ateş yakabilmek mucize gibi bir şey. Hem odunlar ve yongalar ıslak hem hava nemli olduğundan ateş bir türlü genişlemiyor. Hatta fazla olan kamp tüpü ile yakacakları tutuşturmaya çalışıldı ise de bir türlü yanmadı. Her arkadaş ateşi yakmak için inanılmaz bir çaba sarf etmesine rağmen netice alamadık. Sonunda nefesimiz tükeniyor, tüpte bitmeye başlayınca pes ettik. Hava da soğuk ve sisli olduğundan en sıcak yer olan uyku tulumlarına girmek üzere çadırlarımıza dağıldık.
Ertesi sabah herkes sözleşmiş gibi gün doğmadan kalkmıştı. Çünkü saat 8-9 civarında her tarafı sis kaplayıp yağmur başladığı için etrafı hava açıkken görmek ve fotoğraf çekmek istiyorduk. Pokut Yaylasından yayla evlerinin görünüşü vadileri dolduran bulut denizinin güzelliği, arada bir görünüp kaybolan güneşin etkisiyle şekillenen Kaçkar dağlarının olağan üstü manzaraları bir saniyeyi bile boşa harcamadan görüntüleri çekmemiz ve zihnimize yerleştirmemiz gerektiğini düşünüyorduk. O görüntüler rüya görme gibi bir hisse neden oluyordu. Etrafı yeterince gezip fotoğraflarımızı çektikten sonra kahvaltımızı yaptık. Hala güneş olduğu için arkadaşların çoğu çadır gergi ipleri ve batonlardan çamaşır germe düzeneği kurup ıslak çorap ve çamaşırlarını da serince kamp yerimiz Beyoğlu’nun ara sokaklarında görülen karşılıklı apartmanlar arasında uzanan iplere asılan çamaşırların manzarasına benziyordu.

Yağmur altında Pokut-Sal arasındaki çamurlu yayla yolunu takip ederek saat 14:30 civarında Şenyuva (Çinçiva) Köyüne vardık. Şenyuva Köyü girişindeki Dovor Mahallesinde Yaşar Şendil’in evinin önünde mola verdik. Yaşar Bey evinde ne var ne yok getirip bizlere ikram etti. 5-10 dakika sohbetten sonra ayrıldık fırtına deresine doğru, yani aşağıya köyün merkezine doğru ilerledik. Şenyuva Köyü Fırtına Deresi kıyısında kurulmuş, doğa ile bütünleşen 1696 yılından yapılmış, sapasağlam ayakta duran, görülmeye değer tarihi kemerli Taşköprüleri ile şirin bir köydür. Köyde her tepede bir olup evlere küçük teleferiklerle ulaşım sağlanmaktadır.

Çamlıhemşin’e doğru Fırtına Deresini takip ederek hareket ettik. Saat 18.00 civarında Çamlıhemşin’in Konaklar Mahallesine geldik. Geçtiğimiz yıllarda fırtına deresi üzerinde kurulacak hidroelektrik santrali inşaatı için hazırlanan, ancak yapılan gösteriler sebebiyle inşaat başlanamadığından terk edilen boş bir şantiye alanında kamp kurmaya karar verdik. Biz çadırlarımız kurarken cefakâr rehberimiz de Çamlıhemşin’e ekmek ve nevale almaya gitmişti.

Çadırlarımız kurarken polisler bir iki defa bizi süzerek yanımızdan geçtiler, sonunda kamp alanına yakın bir yer durup arabadan indiler. Gelen polislerin bizim için geldiğini fark edip çadırını kuran bir iki arkadaş ile polislere doğru giderek “hoş geldiniz arkadaşlar, hayırdır, bizi mi merak ettiniz” dedik. Buraya giriş yasak eşyalarınızı toplayıp çıkın şantiye alanından çıkın dediler. Ankara’dan geldiğimizi, 6 gündür yürüyüş yaptığımızı, her gün akşam olunca uygun olan bir yerde kamp kuruduğumuzu, bugün de burada kamp kurup geceleyeceğimizi, yarın ayrılacağımızı söyledik. Sanki boşuna konuşmuşuz gibi “buraya kamp kuramazsınız, yasak” dedi kıdemli polis. “Hava karardı, bir yandan da yağmur yağıyor, insaf edin yahu nereye gidelim” dedikse de olmadı. Ben de “amirinize gidin size anlattığımızı anlatın, durum böyle böyle deyin, herhalde bir çözüm bulunur” dedim. Tamam deyip ayrıldılar. Bu arada rehberimiz gelmişti durumu anlattık o da “polislerden haber bekleyelim” dedi. 10 dakika sonra yine gelen polislerden sevinçli bir haber bekliyorduk. Ama boşuna beklemişiz. Polisler “burada kamp kuramazsınız, resmi kamp yeri olarak gösterilen yerlerde kamp kurabilirsiniz” dediler. Bölgede kamp yapılacak düz alan bulmak zor, bir de polisler sıkıntı çıkarınca akşama kadar yağmurda yürüyüp ıslanmak, üşümek ve yorulmak bizlere hafif sıkıntılar gibi göründü. Alttan alıp “en yakın kamp yeri nerede diye sorduk”. Ayder’de dediler. “Ayder Yaylası bulunduğumuz yere 20-25 km vardır, biz gideceğimiz yere yürüyerek gideriz, sizin söylediğiniz yere bu gece vaktinde 5-6 saatten önce gidemeyiz” dedik. Ya burada kamp kuracağız, ya yol kenarına kamp kuracağız ya da müsaade edin, yemeğimizi yiyelim, bizi gözaltına alın, sabah kadar nezarette yatar sabahleyin de gideriz, başka çare yok” dedik. Bir türlü polisleri ikna edemedik. Haklılardı, onlar da emir kuluydu. O zaman grubu temsilen bir iki arkadaş komisere gidelim, durumu bir de biz anlatalım dedik. Kabul ettiler. Polis arabasına binip ilçe emniyet müdürlüğüne gittik. Komiser bizi beş altı dakika dışarda bekletip, sonra odasına çağırttı. İçeri girince ben Bakanlık kimliğimi Gazanfer’de avukat olduğunu gösteren Ankara Barosu kimliğini Komisere verdik. Komiser bir yandan bize sorular soruyor, bir yandan kimlikleri inceliyor ve buraya geliş sebebimizi öğrenmeye çalışıyordu. Kendimi sorguda olan bir sanık gibi hissetim. “Biz Ankara’dan geldik, her birimiz değişik kurumda çalışıyoruz, akşam olunca, kamu arazisi olduğunu düşündüğümüz şantiye alanında konaklamaya karar verdik, sizce de bir mahzur yoksa bu gece kalıp sabahleyin gideceğiz” dedim.

Gösteri filan yapmazsınız değil mi, malum gezi olayları revaçta, buralarda da ara sıra hidroelektrik santrallere karşı tepkiler oluyor, yanlış bir hareket olmaması konusunda arkadaşlarınıza kefil misiniz” dedi. “Kefilim komiserim, arkadaşlarımız kuzu gibidir” dedim. “Pekte şakacısınız, siz çoban onlar da kuzu öyle mi” dedi. Aman estağfurullah komiserim, öyle şey olur mu, ne haddime, hepimiz can ciğer, kuzu sarması samimi arkadaşız demek istedim, asıl çobanımız, pardon rehberimiz, orada bizden haber bekliyor” dedim. Belli ki, bir vukuat çıkmasından gösteri yapılmasından filan endişe ediyordu ve daha emin olmak üzere başka sorular sormak istiyordu.
İşin uzamaması için söz alıp “sizin yetkinizi aşan bir durum varsa Emniyet Genel Müdürlüğünde hatırlı tanıdıklarımız var, sizce bir mahsuru yoksa burayı aramalarını isteyebiliriz” diye bir çıkış yolu bulmaya çalıştım. “Olur mu öyle şey, bizi size inanmamış durumuna düşürüp zor durumda bırakmayın” dedi. “Madem arkadaşlarınız güvenilir insanlar, öyleyse bu gece kalın sabah olunca da oradan ayrılın” dedi. Bir oh çektik, teşekkür edip müsaade istedik. Dışarı çıkar çıkmaz, Rehberimiz Ergün’ü aradım ve “komiserle görüştük gece orada kalıyoruz” diye müjdeyi verdim. Biz ilçe emniyet müdürlüğüne gidince arkadaşlar köprübaşında bizi beklerken kamp yerinin yakınında evi olan Feridun Altaş gelip arkadaşla tanışmış, Orada konaklayacağımızı, çiseleyen yağmur altında yemek yapıp yiyeceğimizi filan öğrenince “madem burada kalacaksınız, bizim selenderin altında yemeğinizi yiyin, ıslanmayın” demiş. Selender fare, tilki veya domuz gibi yaban hayvanlarının tırmanamayacağı şekilde 4 ayak üzerine yapılmış ahşap yapı olup iki üç katlı olabiliyor. Kamp yerinden yiyecek malzemelerimizi Feridun abinin selendere taşıdık, Ergün’ün hazırladığı akşam yemeğini yedik. Ev sahibi de çay yapıp getirdi. Ankara’da yaşayan, Feridun Altaşın Komşusu olan Meryem Hanım da yürüyüş ve sporla yakından ilgilendiğinden bize katıldı. Sohbet birkaç saat devam etti. Sohbette öğreniyoruz ki eskiden yaylalarda hayvan çokluğu nedeniyle ot kalmazmış. Şimdi ise köylerde çok fazla insan kalmadığından ve hayvancılıkta yapılmadığından yaylalarda ottan yürünemiyor. Bahar gelince önce daha aşağıda olan birinci yaylaya çıkış için şenlik düzenlenirmiş, 1-1,5 ay sonra daha yukardaki yaylaya çıkış için şenlik düzenlenirmiş. Yukarda havalar soğuyunca aşağıdaki yaylaya oradan da esas köylere geliş içinde şenlikler düzenlenirmiş. Yani eskiden bölgede yaşayanlar yılda 4 şenlik düzenleyerek güle oynaya mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşar hem de geçimini sağlarlarmış.

Sabah kahvaltısını da aynı yerde yaptıktan sonra çadırımızı toplayıp minibüs ile Ayder Yaylasına tekrar gidip kaplıcaya girdik. Bir haftalık yorgunluğumuz ve kirimizi attıktan sonra yine minibüs ile Pazara gittik. Pazardan son 6 gündür rüya âlemindeymiş gibi yaşadığımız Kaçkar gezisinden yine eski dünyamıza dönmek üzere 16:30’da Ankara’ya hareket ettik.
Kaçkar zirve tırmanışı ile Apivanak – Palovit – Amlakit – Hazindak – Sal - Pokut yaylaları geçişi ve fırtına deresi yürüyüşü; tekrar tekrar görülmeye değer doğal güzelliklerini içinde barındıran bir etkinlik oldu. Bizlere zirveye tırmanma, buzulda ve buzul üzerindeki taşlarda yürüme, kamp kurma, yağmur altında saatlerce yürüme ve her türlü hava şartında hastalanmadan yaşama fırsatı verdi. Karadeniz ikliminde hava durumunun her an değişebiliyor olması insanın her türlü hava şartında doğada yaşamaya alıştırıyordu. Orada yaşanılan sıkıntılı anları günlük hayatımızda 1-2 saat yaşasak kesin hasta olurduk. Demek ki hastalıkta, her türlü şartta yaşayabilmek te tamamen psikolojik bir tepkiye bağlı diye düşünmeye başladım. Bu etkinlikte bize rehberlik eden ve aynı zamanda yemeklerimizi de hazırlayan rehberimize teşekkür ederiz. Ergün neden turizm şirketleri adına gezi rehberliği yaparak bir miktar da olsa kendine gelir sağlamıyor acaba diye kendi kendime düşündüm. Gerçi bu durumu kendisi ile sohbet arasında konuştuğumuzda “ben zaten profesyonel rehberim, işimi severek yapıyorum ve kendim için yapıyorum” demişti.

Herkese selam

Hasan Çoban, 20.10.2013, Ankara,


http://www.hasancoban.com