Bir Gürcistan Hikayesi..

Rehberlik işi zordur.

Elbette ki dışarıdan bakıldığında zorluğunu bilen olmaz, eğlencelidir. Geziyorsun işte. Maalesef öyle değil. Sorumlu ve sorunlu bir rehber için önemli olan gezdiği yerlerde gördüklerinden keyif almak değil, sorumluluğunu aldığı işi kazasız, belasız, yani sorunsuz, sıkıntısız bitirebilmek, bütün arkadaşlarının hafızasında birbirinden güzel sıralı günleri yaşamak, yaşatmaktır. Tabii bütün bu cümleleri uzun yıllardır müzmin bir rehber olarak kendimi yüceltmek için sarfetmiyorum. Ümidim, umudum bir nebze de olsa en azından gurubumuz içinde, bu mesajlara ulaşan arkadaşlarımızın ne tür bir güzelliğin ortasındayız farkında olması ve bütün etkinliklerimizi ve rotalarımızı o bilinç ile dolu dolu yaşamakta hiç tereddüt etmeden ısrarcı olmaları üzerinedir. Yalnız Gürcistan’da değil, uzun yıllardır gittiğimiz yüksek irtifa faaliyetlerinde ve de yaptığımız her bir Likya ve Karya yolları eskitme etkinliklerimizde birbirini çok az tanıyan arkadaş topluluğu olarak başlanan ama çok güzel geçirilmiş zamanın tesiri ile unutulmazlar arasına giren sayılı harikulade günlerin birer tesbih tanesi gibi hafızalarımızda yerini alıyor olması ve hep daha güzelini hayal etmemiz abartılmaması gereken çok önemli bir başarıdır. Bu etkinliklerde bilmenizi isterim ki katılımcıların hepsi de birbirine uyumlu insanlardan oluşmamaktadır. O topluluğu tek bir çizgide toplayabilmek, buluşturabilmek ama onlara da katı, disiplinli, despot bir profil çizmeden, yapıcı, barışçıl, sürekli pozitif düşünerek ve dahası serbest bırakarak kişinin kendi kendine uygulayacağı disipline fırsat ve imkan vererek, sabırla bunu yapabilmek gerçekten tükenmeyecek bir sevgi, yaptığı işe, insana, doğaya kuvvetli saygıyı gerektirmektedir.

Bilirsiniz aile olmanın en büyük işaretlerinden birisi, hani duygusal nedenlerle sabah kahvaltılarında bölük pörçüğüz de hiç değilse akşam yemeğinde bütün fertlerin aynı sofraya oturmuş olmasıdır. Hiçbir şey dörtdörtlük olamaz. Elbette ki eksikler, kusurlar vardır, olmalıdır. Önemli olan o kusurları hem iyileştirmek, geliştirmek hem de kusurlarına rağmen değer verilen bir ortamı yaşatmak gayreti, sahiplenme cesaretidir. Doğadayız, öğreniyoruz, öğrendikçe düşüncelerimizi, duygularımızı kısacası kendimizi hatta arkadaşlarımızı daha iyi tanıyoruz. Zaten bir gün bir bakmışız yokuz.

Hareket günü yaşlaştıkça artan stresimi yenmek için evi iki kere boyadım. Hızımı almadım, alt komşu Metin amcanın evini boyadım. Koltukları deri kapladım. 86 model Broadwayimin motorunu indirdim, yerine Lombargini 6,5 litrelik 750 beygirlik V12 motoru taktım. Dışından baktığında milletin dedesi ile yaşıt bir otomobilden, çevre yolunda, trafiğe açık bir saatte 355 kilometrelik sürate bir dakikada çıkan bir otomobilden bahsediyorum. Tabi sonra en yakın tamirciye çekiyorum aracı çünkü sallantıdan gevşeyen bütün civataların yeniden sıkılması gerekiyor. Neyse ona da bir çözüm üreteceğiz herhalde.

Ne diyordum, işte böyle bir ruh halinde malumunuz Gürcistan etkinliğine hazırlandım. Rotalarım hazır, Hangi gün ne yapacağımıza dair program hazır. Gurup hazır. Nerede çadır kuracağımız hazır. Ne yiyeceğimiz hazır. Minibüs hazır lakin beynim rahat durmuyor. Bilmiyoruz ya, ortalıkta dolaşan efsaneler var. Yok ilaçla girilmiyormuş Gürcistana, yakalarlar ise içeri atıyorlarmış. Yok yiyecek sokulmuyormuş. Yok kimlik olmayabiliyormuş, yanında passolig.. aman, pasaport gerekiyormuş…falan filan meğer Likya yolu, Karya yolu ne kadar da kolay etkinliklermiş.

Ramazan bayramının ikinci günü sabahın yedibuçuğunda arıyor Apocum.

“ Abi, bayan Z’yi kaçta alacaktım.”

“Apocum, ne yaptın sen, 8:15’te alacaksın, yoksa Batıkentte misin?”

Yoksa sı mı var öyle tabi. Adam heyecandan yerinde duramamış düşmüş yollara.

Hayır stres, gerilim yok. Önce Z, sonra Muhammed ve arkasından Gazanfer’i de alıp geliyor bizim muhite. Kumrular ekibi; Reha, Kutluay, Uğur abi, Selim, Hüseyin, Uuur ve Onur. Çantaları çok düzenli yerleştiriyoruz minibüse, özenerek.

Kumrulardan sonraki durağımız Milli Kütüphane. Erkancım, duvara dayanmış bekliyor. Malkoçoğlu aniden çıkıyor ortaya. Tahsin hoca unuttuğu bir şeyi almaya eve gitmiş, çantası var, bir iki dakika içinde bir taksiden iniyor. Çermeli Örümcek Ahmet paşa’yı bekliyoruz biraz. Suç onda değil. Duyurduğumuz saatten onbeş dakika erken geldik durağa. Armada durağından da Hasan Ç.yi aldıktan sonra tamamız saat 10:00 sularında Samsun yoluna düşüyoruz, uzun yolculuğumuz başlıyor.

Çermeli hemen beraberinde getirdiği poşetten rengarenk Çermeli tişörtleri çıkartıyor.

“ abilerim, ablalarım… üstün özelliklere sahip, giyene büyük yetenekler kazandıran bu mallar ihraç fazlası filan değiller. Sizin için özel üretilmiştir..”

Hem gezinti hem de ticaret yaparak çoğunluğu small beden olan tişörtleri yolcuların beğenisine sunuyor.

Öylesi uzun bir yolculuğa Apo’nun minibüsü ile çıkmanın artısı da var eksisi de. Yolcular yüzde yüz çok rahat bir yolculuk yapamıyorlar. Nerde varan turizmin visco yatakları aratmayan rahatlıktaki koltukları nerde bizin Abdurrahmanın minibüsünün Hindisten mahalle minibüslerinden biraz daha hallice koltukları. Sıcaktı, klimaydı, havalandırmaydı, falandı filandı derken ilk molamısı TSOF Kırıkkale’de veriyoruz. İkinci molamızda Samsun’dayız. Açıktık, Samsun’da da olunca pide yemek icap ediyor. En güzel pidenin Çarşamba ya da Terme’de yenileceği fikir birliği ile Samsun’dan çıkıyoruz. Çarşamba’yı da geride bırakıyor, Terme’de ikinci ışıklardan şehir merkezine giden yola giriyoruz. 200 metre gitmeden yolun uygun yerinde iniyoruz. Tam yerinde inmişiz, sorduğumuz herkes solumuzdaki sokağın elli metre içindeki pideciyi gösteriyor.

“ Pide burada yenir..”

Pideci çok kalabalık biraz gecikmeli de olsa karnımızı doyurup yeniden yola çıkıyoruz. Çermeli Örümcek Ahmet paşa burada bir lakap daha alıyor. 15-20 dakikalık bir kaybolma vakası yaşıyor. Adını Termeli Örümcek Ahmet Paşa olarak değiştiriyoruz.

Ünye ve Fatsa bildiğimiz gibi, bayram trafiği de karışınca ışıklarda beklediğimiz süre uzuyor. Sıkılıyoruz. Ordu da öyle. Transit Karadeniz Yolu trafiğinin şehrin içinden geçmesi sürücülerin hızını kesiyor.

Ordu çıkışında, Güzelyalı’da verdiğimiz son molanın ardından yolumuza devam ederken denize yansıyan yumurta sarısı rengindeki güneşi Giresun çıkışında dünyanın öteki yarım küresine uğurluyoruz.

Trabzon, Rize derken Hopa’da bir mola daha veriyoruz. Apo arabayı yıkıyor, hareket ediyor, kasları rahatlıyor. Biz de öyle, sağa sola yürüyüp işin keyfini çıkartıyoruz.

Hopa’dan çıktıktan sonra yol boyunca artık uzun tır kuyruklarıyla karşılaşıyoruz. Ara ara kesiliyor sonra tekrar up uzun kuyruklar. Sınıra iyice yaklaştık. Gece 24 sularında kapıda olmamız belki bir avantaj diye düşünüyoruz. Kalabalık olmaz, hızlı ve çabuk geçersek karşı tarafa sabah gün ağarırken Mestia’da oluruz.

Caminin önünde minibüsten iniyoruz. Up uzun bir araç kuyruğu var. Selim’in eniştesi, Çermeli’nin de yakın arkadaşının bir arkadaşı gümrükte görevli. Bizden haber var, Çermeli’yi arıyor, yapabileceği bir şey olursa kendisi ile irtibata geçmesini istiyor. Hatta çok erken görüşebilseydik, aracınızı sıraya girmeden direk geçirebileceğini dahi söylüyor. Minibüsün kuyruğa girdiğini öğrenince “ Artık çok geç, kuyruktan çıkartıp geçirmeye kalkarsam beni linç ederler…” diyor.

Minibüste hiçbir şeyinizi bırakmayın diye uyarmamıza rağmen matlar, uyku tulumları minibüste kalacak şekilde ayrılıyoruz. Hoş ben sırtımdaki 90 litre çantama her şeyimi yüklüyorum.

Sınırda yaya geçişi çok kalabalık değil. Türkiye’den dönen bir iki otobüs Gürcü dışında fazla kimse yok. O da yarım saatlik bir zamanda eriyor bitiyor.

TC numaralı kimliklerimizle önce yurdışı çıkıp pulu yapışmış dökümanı alıp arkasına kimlik bilgilerimizi dolduruyor ve Türk Pasaport kontrolde sıraya giriyoruz. Muhammed pasaportu ile direkt geçiyor kontrolden. Biz de sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra birlikte Gürcistan pasaport kontrolünde sıraya giriyoruz. Önümüzden giden kalabalık Gürcü guruptakiler sıralarda çok düzensiz duruyorlar. Yan yana üç kişi duruyor. Hangisi önde, sırada mı değil mi bilemiyoruz. Olsun, sakin sakin bekliyoruz. Kontrolden geçen arka tarafta bekleme bölümünde metal banklarda oturup bekliyor. Çantalar Gürcistan tarafında X-ray cihazından geçiriliyor. Çermeli o işlerle ilgilenen Gürcü hanımla bir şekilde anlaşıyor, doğa yürüyüşçüsü olduğumuzu söylüyor. Hanım, bizim çantaları X-Ray cihazından geçirmeye gerek görmüyor. Bizden X-Ray tarafına yöneleni “ no..no..” diyerek gurubun beklediği bankların olduğu tarafa yönlendiriyor. Ekibin tamamlanmasını beklerken Muhammed’den telefon geliyor. Gürcistan’a girmesine izin vermemişler. Hepimizin keyfi kaçıyor. Çermeli’nin gümrükteki arkadaşına yönlendiriyoruz fakat sonuç değişmiyor. Muhammed bulduğu ilk otobüse atlayıp Trabzon’a doğru yola çıkıyor. Ekibin son adamı kontrolden geçip bulundumuz demir banklara geliyor. Bankolarda kimse kalmadı. Artık tek banko çalışıyor. Ortalarda bizden başka Gürcistan Gümrük Muhafaza memurları bir de Polisleri dolaşıp duruyor. 12:30 da girdiğimiz gümrüğün Gürcistan tarafında, oturma imkanı oldu için bekleme bölümdeyiz. Saat 02:00 Tek tük giriş yapanları seyrederken Apo’dan telefon geliyor. Sorun çıkmış, Türk gümrüğünden çıkışına izin vermiyorlar. Çermeli hemen bağlantısı ile görüşüyor, sorunu çözebileceğine dair olumlu cevap ile ümitleniyoruz. Birkaç arkadaş bekleme salonunda sıkılıyor, gümrük binasından çıkıyorlar. Zaten tekrar girmek istediklerinde Gürcistan gümrük memurları içeri almıyorlar. Dışarıdakilerden Tahsin hocam ile haberleşiyoruz, çıkarken onun çantasını da alacağız. Üstüne sıkıntılı 2 saat daha geçiriyoruz ve gerilimli bekleyiş sürüyor.

Dışarıdan bir haber geliyor. “Apo geldi.”
v “haydi hayırlısı…” deyip çantaları yüklendiğimiz gibi binadan çıkıp Batumi şehrine ilk adımı atıyoruz. Saatten bahsederken artık “ Türkiye saatiyle, Gürcistan saatiyle..” gibi düzeltmeler yapıyoruz. Gürcistan saati Türkiye’den bir saat ileri. Saat 04:00’de Sarp köyünün Gürcistan’da kalan bölümüne giriş yapıyoruz ama orada saat 05:00.

Bir köy düşünün ortadan ikiye bölünmüş. Bir tarafı başka bir kimliğe sahip, camisi var. Beş metre ötesi başka kimliğe sahip, kilisesi var. Denizin dibindeki gümrük kapısından güneye doğru dikelen dağlar yönünde uzaklaştığımızda merak ediyorum iki köyü birbirinden ayıran sınır nasıl belirlenmiş olabilir.

Minibüsümüz Gürcistan kontrolünde, son bankoda. Bulunduğumuz noktaya geçmesi için camekan bankonun içindeki Gürcü kadın polisin önündeki evraka mührü basıp, Apo’ya uzattıktan sonra aracın önündeki bariyeri kaldırması gerekiyor. Bekleme faslı ya o an bir türlü gelmiyor. Beklediğimiz noktada arkamızda baraka dükkanlar var. Tepelerinde ışıklı Gasino ilanları, dövizciler, marketler, içki dükkanları… bir çeşit Pazar yeri gibi, ışıl ışıl, kalabalık. Belli ki o noktada hayat hiç durmuyor. Camekandaki lacivert üniformalı kadın gösterişli bir onay kaşesinin ardından önündeki kağıdı minibüse uzatıyor. Aracın önündeki bariyer açılıyorken Apo Gürcü memurdan aldığı kağıdı cam ile gösterge paneli arasındaki kahverengi peluş örtünün üzerine koyuyor ve hemen 20 metre ilerisindeki kaldırıma, bulunduğumuz yere gelip uygun bir şekilde duruyor. Çantalarımızı bagaja düzenli olarak yüklüyor ve gün hafif hafif ağarıyorken Batumi yoluna düşüyoruz.

6 kilometre sonra Türk lirasını Lari’ye çevirme ve yolculuğumuzun kalan bölümünde lazım olan benzin alımı için Gonio köyünde en popüler bir merkezde oyalanıyorken gün tamamen ışıyor. Türkiye saati 05:00, Gürcistan 06:00.

Gümrükten geçer geçmez kullandığımız E70 karayolu hiçbir yöne dönmeden doğruca devam ettiğimizde havaalanının önünden geçip bizi Batum’un merkezine taşıyan Tbel-Abuseridze Caddesine götürüyor. Cadde üzerinde açık bir Pastane görüyor, hemen önünde duruyoruz. Oturduğu masada uyuklayan tezgahtar kıza Türkçe hitap ederek “ Günaydın” diyoruz. Çay olup olmadığını soruyoruz. Yüzümüze öyle bakıyor. Türkçe bilmediği kesin. İşaretlerle niyetimizi anlatıyoruz. Dükkanın önündeki, kaldırımda, ağaç altında bulunan iki kırmızı masayı birleştirip geleneksel kahvaltı hazırlığımıza girişiyoruz. Gurup Gürcistan’ın meşhur khaçapurisi ile ilk orada tanışıyor. Yüz metre yanındaki marketten domates, biber, krem peynir ve ekmek takviyesi ile yağlı Khaçapuri yemek istemeyenlere farklı menüler sunuyoruz. Zaten amacımız süratli bir şekilde kahvaltı işini görüp 6 saat sürecek Mestia yolculuğumuza başlamak.

Başlarda tedirgin davrandığımız Gürcistan pastane ürünlerine birkaç adım sonra yakınlık kuran arkadaşlar vasıtasıyla daha olumlu gözlerle bakmaya başlıyoruz.

Kahvaltı sonrası yeniden yola düştüğümüzde şehrin göbeğinden geçen, üzerinde bulunduğumuz yoldan ayrılmadan solumuzdaki sahili takip ediyoruz. Limandan geçiyoruz. Bu arada yolun sahil tarafında astropikal bitki türü olan Bambu ağaçları görmeye başlıyoruz. Palmiyeler zaten Batum’un ana yollarında dev boyutlarda yerini almışlar çoktandır. Sanki Güneyde, Akdeniz’deyiz. Yön ve yol tabelaları Gürcülerin kendi dillerinde yazıldığı gibi Latin harfleri ile de yazıldığı için gideceğimiz yön konusunda hiç tereddüde düşmeden devam ediyoruz.

Chakvi, Kabuleti ve birinci durağımız Poti. Durak dediğime bakmayın durduğumuz filan yok, yönümüzün doğruluğu bakımından uğramamız lazım gelen istasyonlardan birisi manasında. Bana göre Gürcistan’ın en düzenli şehirlerinden birisi Poti. İki katlı bahçeli evleri ve o evleri saran yem yeşil ağaçları ile şehrin tam orta yerinden geçiyorsunuz ve fakat fark etmiyorsunuz. Tek sıkıntı inekler. Kentin her yerinde özgürce dolaşan inekler sayesinde bir an Hindistan’dayım hissini yaşamaktan kurtulamıyorsunuz.

Poti’den çıkıp Zugdidi’ye yöneliyoruz. Önce Poti-Senaki yolunda ilerliyoruz. Tek yönlü işleyen ve fakat her iki yanı ağaçlarla kaplı uzun ve çok keyifli bir yol. Sonbahar’da bu yolda yolculuk yapmanın eminin keyfine diyecek olmaz. Senaki’ye 4-5 kilometre kala bir hemzemin geçitten sola keskin dönüşle Zugdidi’ye yöneliyoruz. Dönüşü tamamlar tamamlamaz göğsünde police yazan lacivert üniformalı gürcü erkeğine gideceğimiz yönü işaret ederek soruyoruz

“ Zugdidi”

Kafasıyla onaylıyor “ Zugdidi..”

Zaten on metre sonra dev gibi yön tabelasının bir gözümüze girmediği kalıyor. Artık uluslar arası E97 kodlu karayolundayız.

Zugdidi aşağı Svaneti’nin başkenti. Kentin merkezinden geçiyoruz ve evler ikişer katlı. Sadece çok eski tarihi binalar yüksek. Onlar da ya kilise ya da Kamu binaları. Artık yavaş yavaş evlerin hemen dibinde meşhur Svan savunma kulelerini de görmeye başlıyoruz. Bir köprüden geçip Dörtyol ağzına geldiğimizde sağa “ Mestia 130 “ tabelasıyla onun gösterdiği yöne dönüyoruz. Az biraz şehrin izinden uzaklaşınca, Türkiye’deki gibi Opet, vs.. tesisi olmadığı için yeşil alanda, terk edilmiş binalar arasında gezinti molası veriyoruz. Bu molada duvar diplerinde olgunlaşmış böğürtlenlerle karşılaşıyor, topluyor yiyoruz.

Samsun’dan beridir Karadeniz kıyısı boyunca dümdüz devam eden E97 karayolunu bırakıp bol virajlı dağ yollarına girmek üzereyiz. Önce solumuzda Engüri nehrinin geniş yatağı görüntüye giriyor. Yukarıdaki Engüri barajından olsa gerek, yatak adeta yerleşime açılmış, yeşillikler arasında tipik ikişer katlı evlerin varlığını seçebiliyoruz. Sel, taşkın riski olmayınca nehir yatağı yerleşime açılmış gibi. Baraj gölüne yaklaşırken yükselmeye de başlıyoruz. Sonunda sağımızda bir çeşme görünce hemen duruyoruz. “ sevgililer çeşmesi” adı verilmiş bir su kaynağında el-yüz yıkama molası veriyoruz. Tekrar yola koyulduğumuzda bir köprüden karşıya geçip Engüri baraj gölünün doğusunda göl boyunca devam eden bol virajlı dağ yolunda ilerliyoruz. Solumuzdaki mavi renkli göl bitiyor ve yerini aşağıda, derinimizde kalan çamurlu akar Engüri ırmağına bırakıyor. Yol boyunca her bir kaç kilometrede bir direğe sabitlenmiş kare, koyu lacivert renkli beyaz çerçeveli, içinde varış mesafemize giderken kaç kilometreyi geride bıraktığımızın beyaz renkli boya ile yazıldığı plakaları takip ediyoruz. Okuduğumuz rakamı ufak bir matematik işlemine tabi tutup kaç kilometremiz kaldığına ulaşıyoruz.

Yol virajlarla yükseldikçe çevremizdeki orman yapısı da değişmeye başlıyor. Bir tarafımızda ladin ağaçları, köknarlar bizi çok rahatlatıyor. Öteki tarafımızda çamurlu, deli gibi akan Engüri ırmağı dışında ülkemizde, çok iyi bildiğimiz bir coğrafyada gibi hissediyoruz. Yukarılara çıktıkça ağaç çeşitliliği de artıyor. Kestane, Fındık, Gürgen, meşe… Hani alışmışız ya 1800 lerden sonra boz renkli çarşaklar, kayalar görmeye, burada yok, gözümüzün alabildiği olanca yüksekliğe dikiyoruz bakışlarımızı ama en yükseklerin bembeyaz olması kadar o beyazların hemen altından itibaren net, koyu yeşillik başlıyor.

Abdurrahman 24 saati çoktan geçmiş yolculuğumuzun gözünü kırpmayan tek kahramanı. Oturduğumuz yerde bir dışarı manzaraya bakıyoruz, bir uykuya dalıyoruz. Solumuzda görmeye alıştığımız Engüri ırmağını sağımıza almışız. Yavaş yavaş görüntüye bembeyaz tepeleri ile karlı dağların girdiği noktalarda minibüsü durdurup kendimizi dışarı atıyor, fotoğraflar çekiyoruz. Ve saatlerimiz Türkiye saatiyle 12.00, Gürcistan saatiyle 13:00 u gösterdiğinde 26,5 saatlik yolculuktan sonra Mestia’ya giriyoruz.

Benzinlikte durup pompacıya internetten bulduğum ve bahçesinde çadır kurabileceğimiz bir pansiyonu olan İrma’nın yazılı adresini göstererek tarif etmesini istiyorum. Bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum, sadece eliyle gösterdiği yöne biraz daha gidiyoruz. Mestia küçük bir kasaba diyeceğim ama zaten Gürcistan’ın şehirleri de o havada. İki katlı, bahçeli, bol ağaçlar arasındaki evleri fark etmeniz imkansız. İçinden geçip çıkıyoruz ama halen gelmedik zannediyoruz. Her yerde özgür inekler, şortlu, askılı bluzlü, şık kıyafetlerle tarlada çalışan köylü kızları.. hep bildiğimiz, tipik Karadeniz’den çok farklı bir görüntü ya alışmaya çalışıyoruz.

Adres sorma işlemini kasaba merkezinde tekrar deniyoruz. Yine tarif edenin el ve kollarının işaret ettiği yöne, hatta bu sefer “ bridge..” kelimesinden yola çıkarak köprünün öteki tarafına kadar devam ediyoruz. Köprüyü geçince “kamping” tabelası görüyor Apo. “ Girelim buraya..” diyor. Olmaz. Irma olacak. Köprüden karşıya geçip elli metre daha gittiğimizde sağda bir marketten bir kez daha yardım alıyoruz. Artık Irma’nın yerine çok yaklaşmışız. Marketteki hanım dükkanından çıkıyor “ Yüz metre gidin sonra ilk sağa dönün.. “ şeklinde anlamamıza neden olan hareketleri yapıyor.

İrma bu sene bahçesine patlıcan filan ekmiş, çadır için yeri olmadığını söylüyor. Hemen yan komşusu Manoni’nin bahçesini gösteriyor. Isırganların arkasından görüntüye giren bahçe yemyeşil. Nefis bir kamp yeri. Meydanın öteki ucuna doğru kurulu iki üç çadır var. Irma’nın bahçesinden çıkıp Manoni’nin bahçesine girip İngilizce bilen Anna ile konuşarak kamp yerine göz atıyor ve çok beğeniyoruz. Tuvalet, mutfak, duş her imkanı olan bir yer. Başlangıçta pansiyonda kalmayı planlayan arkadaşlar Manoni’nin çadır yerini görünce çadırda karar veriyorlar. Süratle yerleşiyoruz ve günün kalan kısmında Mestia’yı tanımak için yürüyerek kent merkezine gidiyoruz. Köprüyü geçerken bulanık, çamurlu akan Mestichala ırmağına ve arkasındaki 3900 rakımlı karlı Bachgur dağına karşı fotoğraf çekiyoruz.

Mestia’da hummalı bir restorasyon, güzelleştirme faaliyeti var. Fakat bütünüyle doğaya uygun yapılıyor her şey. Mestiachala ırmağından toplanan taşlar ve ahşap kullanılıyor resterosyonlarda. Yalnızca yaz aylarındaki doğa turizmi değil, kışın da kayak turizmi için oldukça popüler, cazibesi yüksek bir merkez burası.

İki tane fırını var. Fırınlardan ana cadde üzerinde olanında 3 ay istanbul’da, 3 ay da Mestia’daki fırında çalışan, çat pat Türkçe bilen bir eleman çalışıyor. Yaptığı ekmelerin büyük bölümü hamur. Yani anlayacağınız fırıncılık yeteneği yok. Öteki fırın ana caddeden ayrılan bir sokağın ortalarında bir yerlerde. Yöresel ekmekleri pide şeklinde. Kocaman çarşaf gibi pide 1 lari. Bu fırının ekmekleri daha lezzetli. Bir da tanesi 4 lari’den Khaçapuri dedikleri peynirli kapalı pide var. Bu pideyi fırınlar şişe önce peyniri sonra üzerine hamuru sararak yapıyorlar. Hazırladıkları şişleri Küp şeklinde, elektrikle ısıtılan fırında askı şeklinde pişiriyorlar. Köylerde ise bizim kobit dediğimiz ekmek büyüklüğündeki hamurun içine muhlama peyniri kıvamındaki peyniri gömüyorlar ve toprak, odun ateşinde ısıtılmış fırına sürüyorlar. Doğal olarak köylerdeki Khaçapuri daha lezzetli, lokum gibi.

Yeri gelmişken birkaç bilgi daha aktarayım, mesela Svaneti bölgesinde su ve elektrik bedava. Kasap yok. Birçok ürün Azerbaycan’dan geliyor. Sokakta yürürken adımları çok dikkatli atmak gerekiyor. Bir anlık dalgınlıkla inek b..kuna basmak mümkün. Her ne kadar sokaklarda her 50 metrede bir tane bizim Çankaya belediyesinin benzeri çöp konteynırlarından bulunuyorsa da Irmak ve dere kenarları çöplük gibi, ne ararsınız var. Her yer sinek dolu. Yemeklerinde köri gibi, kimyon gibi ekşi kokan bir baharat kullanıyorlar. Bana göre bu bir ot türü çünkü dağlarında da aynı kokuyu aldım. Bu otu dağlardan toplayıp kullanıyorlar

Mestia Yukarı Svaneti dedikleri bölgede, 1500 rakımda, Kafkas dağlarının 4800 – 5000 metre yükseliğindeki 5 ayrı zirvesinin hemen dibinde, Rusya sınırında bulunuyor. Buna rağmen kasabada hava sıcak, güneş rahatsız edecek ölçüde etkili. Mestia’nın Rusya sınırına en yakın yeri 4700 rakımlı Ushba dağının güneyi Gürcistan’da, kuzeyi Rusya’da. Kasaba bir çeşit açık hava müzesi gibi. Yüksek bir tepeden seyretmesi çok zevkli. Özellikle ilk yerleşim alanı olan bölgede her evin bir kulesi var. Kuleler savunma amaçlı yapılmış. Hasan Ç.’nin bu kuleler hakkında oldukça doyurucu bilgi aktardığı için fazla ayrıntıya girmiyorum.

Kasabada bir turizm danışma bürosu var. Buradaki görevli hanım gayet güzel İngilizce konuşuyor. Teleferikle bölgeyi tepeden görmek istediğimizi, saat kaça kadar açık olduğunu soruyorum. Saat altıya kadar çalıştığı cevabını alıyorum. Arkadaşlarla konuşup dinlenmeye çekilmiş Apo’yu rahatsız etmemek için oradan bulduğumuz bir minibüs sahibinden bizi 8 km uzaklıktaki kayak tesisleri ve teleferiğin bulunduğu tepeye götürmek için kaç lari isteyeceğini soruyorum. Kaç kişi olduğumuzu soruyor, 18 kişi olduğumuzu söylüyorum. Minibüsler 6 şar kişilik. Üç minibüs gerekiyor ve minibüs başı 150 lari istiyor. Hop bir çırpıda 450 lari. 100 lari de teleferikle çıkış. 550 lari. Sanki biz Larileri dere kenarlarına atılmış çöplerden topluyoruz. Minibüs sahibine teşekkür edip kamp alanımıza dönüyorum. Dinlenmeye çekilmiş Apo’dan bizi tesisleri götürüp götüremeyeceğini soruyorum. Dinlendiğini, götüreceğini söyleyince gurubu toplayıp yola düşüyoruz. Uğur abi ile Onur’u bulamıyoruz. Kent müzesine gitmişler, sonradan öğreniyoruz. Teleferiğin saat 6 da kapanacak olmasından ötürü çok oyalanmadan tesislere gidiyoruz. Gişeden biletleri alırken gişe memuru ile şakalaşıyoruz. Türkçe biliyor. İstanbul’da çalışmış. Çermeli Paşa kayak pisti hakkında bilgi alıyor. Zengin köknar ve ladin ağaçlarının hakim olduğu nefis bir ormanın tam ortasında bulunuyor. Sohbet esnasında gişedeki adama teleferiğin kaçta kapatılacağını soruyoruz. Yukarı çıktığımızda kapatılırsa yürüyerek ineceğiz, onun planını yapıyoruz.

Adam, “merak etmeyin siz ininceye kadar açık tutar, saat yedide kapatırız.” Diyor.

Teleferiğe ikişerli guruplar halinde biniyoruz ve 2500 metre yükseklikteki teras kafeye ulaşmamız yarım saati buluyor. Teleferik yükseldikçe görüntüye giren beline kadar karlı dağlar hepimizi heyecanlandırıyor. Tetnuldi, Ushba, Gestalo, Shota.. hepsi de 5000 sınırında nefis zirveler. Teras kafeye ulaşınca manzarayı daha uzun ve özgürce seyrediyoruz. Ne var ki fotoğraf için uygun değil, teleferiğin telleri, direkler her şeyi bozuyor. 2500 metrede olmamıza rağmen köknarlar, ladinler ve yapraklı ağaçlar var.

Teras kafede biraz dinlendikten sonra tepede hatıra fotoğrafı çektirip saat yedi olmadan inişe geçiyoruz. Kamp alanımıza gidip geç olmadan, hava kararmadan akşam yemeğini hazırlamamız gerekiyor. Neticede uzun ve yorucu bir yolculuk yaptığımız için erken yatmak ve ertesi gün yapacağım faaliyet öncesinde dinlenmiş bir şekilde uyanmamız gerekiyor.

Malum tencere tavalarımızla akşam yemeğimizi hazırlayıp süratle yiyoruz ve daha bulaşıkları yıkarken hava esip gürlemeye başlıyor. Kısa bir süre sonra da sağanak yağmur ile keyfimiz yerine geliyor. Yemek sonrası, yağmura rağmen kasabanın gece hayatını incelemeye gidenler oluyor. Pansiyon evin balkonunda yağmuru seyrederken sohbet edenler ve dinlenmek için çadırına çekilerek dinlenmeyi tercih edenler de var. Yağmur bir kesiliyor, bir hızlanıyor. Yıldırımlar gökyüzünü aydınlatıyor, sonra güçlü gök gürlemeleri oluyor. Bu durum gece 24 e kadar sürüyor.

31 Temmuz 2014, Perşembe günü sabah Türkiye saatine göre 06:00 kalkıp çadırımdan çıkıyorum. Apo çoktan uyanmış, çayı bile demlemiş. Sabah yürüyüşü manasında inek b….klarının sağından,solundan, üstünden atlayarak kasaba’ya kahvaltı alışverişine gidiyorum. Ana cadde üzerinden sıcak çarşaf pide alıyorum. Peynir, yumurta, domates, biber vs.. Burada sabahları erken açan tek bir market var, Mestia’da geçirdiğim 4 günde bunu anladım. Diğerleri Türkiye saatiyle 8’de, onların saatiyle 9 da açıyorlar.

Kasaba merkezinde oteller var. Fakat bu oteller de ikişer katlı binalarda bulunuyor. Kimse, lüks içinde çok zengin bir otel hayal etmesin. Önemli olan kriter temizlik.

Türkiye saatiyle sekiz buçukta kahvaltımızı bitirip Chaladi buzuluna yapacağımız ilk gün yürüyüşümüze hazırlanıyoruz. Saat dokuzda yürüyüş için yol düşüyoruz. Köprüden karşıya geçiyor, kaldığımız pansiyonun hemen karşısında görünen, geceleri de aydınlatılan kulelerin bulunduğu köyün içinden geçen yoldan Mestichala ırmağı boyunca yürüyoruz. Yolda Slovak bir çift ile karşılaşıyoruz. Bize katılıp katılamayacaklarını soruyorlar. Katılabileceklerini söylüyoruz. Onlar da bizim gibi yeni gelmişler Mestia’ya ama 15 gündür Gürcistan’dalar. Dağıstan sınırındaki Omala bölgesini çok beğenmişler.

Irmak boyunca yürürken köprüye geliyoruz. Köprüden karşıya geçiş var. Soldanda patika devam ediyor ırmak boyunca. Tam karşımızda tepesi ve etekleri karlı Bachgur dağı çok güzel poz veriyor. Gurup köprü başında bekliyor. “ Soldan “ diyorum ve soldaki toprak yoldan yürümeye devam ediyoruz. Yol yükseliyor. Viraja gelince ikiye ayrılıyor bir tanesi solumuzdaki tepeye yöneliyor, öteki dere boyunca Bachgur yönünde devam ediyor. Sonra tekrar ırmak kenarına iniyor. Gurup arayı çok açmış turumda. Öndekiler iki gündür gerildikten sonra bırakılmış yay gibi fırtına misali yürüyorlar. Eski model kamyonetine biçtiği çayırları yükleyen bir köylü ile karşılaşınca selam veriyorum.

“ Chaladi !” diyor.
Anlaşılmaz
“chaladi..” diye cevap veriyorum.
“ no..no…chaladi no… Bridge..chaladi..”

bir dil Gürcü dili. Uydurma gibi. İnsanın gülesi geliyor. El kol hareketleriyle de destekliyor cümlelerini. Yanlış gidiyoruz yani. Bridge dediğine göre biz o köprüden karşıya geçmeliydik, onu anlıyorum. Karşıya geçip ondan sonra ırmak boyunca yürüyeceğiz ve sonra asma bir başka köprü ile karşılaşacağız. Gürcü dilinden bir santim bile anlamıyorum ama adam o kadar güzel bir beden dili kullanıyor ki neredeyse ”buzula 2 saatte varırsınız.” Demiş olabileceğini dahi düşünüyorum.

Önden alıp başını gitmiş gurubu yakalamak için fırlıyorum. Gazanfer, Kutluay zaten çok yakınımızda, sonra atıştırma molası vermiş Slovaklara ulaşıyorum, doğru yönü tarif ediyorum. Ön tarafı düdük çalarak uyarıyorum. Beni duyuyorlar. Geri dönüyorlar. Köprüden karşıya geçip, güneşin altında ırmağın sağında Chaladi buzuluna doğru tempolu bir şekilde yürümeye devam ediyoruz. 10 kişilik bir Alman turist gurubu Gürcü rehber öncülüğünde yürüyor. İkişerli, üçerli farklı ülkelerden yürüyüşçüler de var. Sıcaktan dilimizin bir karış dışarıya çıktığı anlarda yol kenarında bir kaynağa denk geliyoruz. Kaçkar coğrafyasında alıştığımız gibi burada her dereye 500 mg. Lik pet şişemizi tutamıyoruz. Bu kaynak ise bambaşka. Hiza olarak Bachgur dağının tam altında bir mevkideyiz. Hortumla sağımızdaki tepenin dibinden gelen buz gibi bir su bu. Yalnızca biz değil, Chaladi buzuluna yola çıkmış bütün herkes o suya gelince 10 dakika sırıl sıklam suyla oynama, kana kana su içme molası veriyorlar.

Kaynaktan hemen sonra bir çatala geliyoruz. Arazi araçlarının yanı sıra otomobiline kıyabilen herkesin gelebiceği en son nokta burası. Yol bitiyor. Yolun bittiği yerde dere tarafında bir konteynır var. Yanında 3-4 at bağlı. At ile gezmek isteyenler için öyle bir hizmet de var Mestia’da. Bu noktada iki koldan gelen coşkulu, çamurlu kar suları tek bir ırmakta birleşiyorlar. Önce Lekhiziri buzulundan eriyen suların yeni açılışa özel ilk bir saatte alınan her şeyin beleş olduğu duyurulan mağazaya gecenin kör vaktinden itibaren koşturan alışveriş manyakları gibi azgın akarken aynı anda Mestiachala ırmağının ana kolunu oluşturan bu ırmağı üzerinde asma bir köprü ile geçiyoruz. Bizim hedefimiz Chaladi buzulu olduğu için sola kıvrılan patikayı takip ederek Chaladi buzulundan çılgınlar gibi kopup gelerek Mestiachala ırmağıyla buluşan öteki kola ulaşıyor ve ırmak boyunca, orman içinde buzula kadar hafif hafif yükseliyoruz. Ormandan çıktıktan sonra buzulu görmeye başlıyoruz. Artık ırmağın buzulun altından çıktığı noktaya kadar taşlar üzerinde devam ediyor patika. Suyun çıktığı noktaya kadar üzeri toprak ve kayalarla dolu buzulun mağara girişi gibi eriyen kısmında buz mavisi rengi görebiliyoruz soğan gibi plakalar halinde yarıklar var. Chaladi Buzulu neymiş görüyoruz. 3500 metrelik iki dev kayanın arasındaki vadinin 2000 metresine gelince erimeye başlamış, 7 kilometrelik, 500 metre yukarısı derin yarıklarla dolu, up uzun bir buzul. Suyun çıktığı noktaya ulaşabildiğimiz kadar yaklaşıp yarım saat dinleniyoruz. O esnada Ushba’nın tepesi bulutlanıyor. Hatta tepesine kar, eteklerine yağmur indirmeye başlıyor o bulutlar. Rüzgarın etkisiyle bulunduğumuz yere serpintisi geliyor yağmurun. Aldırmadan oturmaya devam ediyoruz. Her yer dağ taş su fakat boşalmış su şişemizi dolduracak su bulamıyoruz. Dinlenme yerine yaklaşırken, 50 metre kala sağımızdaki kayaların arasından çıkan temiz bir kaynak görmüştük. Oradan sularımızı doldurup dönüş yoluna çıkıyoruz. Taşlar üzerinde, sanal patikayı izleyerek önce ormana giriyoruz. Peşine iki akarsuyun birleştiği çataldaki asma köprüye geliyoruz. Burada da 10 dakika dinleniyoruz. Biz dinlenirken Ushba’daki yağmur bulutu arkamızda bıraktığımız yerleri süpürerek üzerimize doğru geliyor. Asma köprüyü geçip tekrar yola düştüğümüzde sırtımıza damlalar düşmeye başlıyor. Çok sürmeden kesiliyor. Gurubun önden gidenleri arayı iyice açtılar. Arkadakiler de hızlı tempo ile kamp yerimize doğru yürüyorlar. Kraliçe Tamara havaalanının önünden geçiyoruz ve 1 kilometre sonra kamp yerimizdeyiz.

Akşam yemeğinde önceki güne göre daha konforlu bir mekandayız. Pansiyon sahiplerinin giriş katını taştan üstünü ise biriket ile ördükleri, çatısı kapatılmış, iki katlı ev inşaatının giriş katında, ortadaki küçük masa ve uzun tahta oturaklarda yemeğimizi hazırlıyoruz, yerken hava kararıyor.
1 Ağustos Cuma güne yine keyfli bir kahvaltı ile başlıyoruz. Kahvaltı sonrası kasabanın merkezine iniyoruz. Rotamız Koruldi gölleri. Öncesinde kamp yerimizden kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz, Mestia kasabasının batısındaki,sırtını yasladığı, en üst noktasında hac bulunan tepeye çıkacağız. O tepeye giden uzun bir yol var fakat biz patikadan çıkıp, yoldan dönmeyi planladığımız için kasaba merkezinden ulaşılan patikayı bulmaya çalışıyoruz. Ortak bir dilde buluşabilsek o patikayı bulmamız çok kolay olacak da onlar konuşunca dilleri uydurmaymış gibi gülmemek için kendimi zor tutuyorum. “anlamıyorum…” diyorsun “ Rayşa ?” diye soru havasında bir cevap veriyorlar. Türk olduğumuzu söylüyoruz. İngilizce bilip bilmediğini yaş, hal ve hareketlerine göre soruyoruz. Bizim 30 yıl evvellerinin bakkalı gibi marketindeki masanın başında oturan, saçları bembeyaz, yaşlı bir kadına sormanın hiç manası yok. Fakat anlaştığımız bir kelime var “ Koruldi..” .

“Koruldi… haaaa.. Koruldiiiii..”

başlıyor bize kendi dilinde tarife. Her neyse en son genç bir gürcü 2008 model lüks arabasından inmiş önüne park ettiği bahçe kapısını açıp içeriye geçmek üzereyken yakalıyoruz. Sualimiz tek ve net

“ Koruldi..”

Hayır, yönü biliyoruz, dalacağız kör bir sokağa sonra milletin bahçesinden, şurdan buradan derken adamların huyunu suyunu bilmiyoruz, çeker silahı vururlar “ bahçemde, arazimde ne geziyorsunuz “ diye.. ondan çekiniyoruz. Adamcağız tarif ediyor, yönü anlıyoruz. Gösterdiği sokağı takip edeceğiz, o yine de dayanamadı bahçenin içinden başka bir arkadaşı geliyori, uzun boylu, sarışın. Eliyle işaret ediyor gideceğimiz yönü, cılız akan dereyi gösteriyor, Gürcü dilinde esiyor, gürlüyor ama biz yalnızca yüzüne bakıyoruz.

“ Rayşa..”
“ no.”

Dayanamıyor, bizimle yüz metre sokağın sonuna, derenin kıvrım yapıp ormana girdiği yeri gösterebileceği noktaya kadar yürüyor. Dereyi takip edin, patikayı görürsünüz.. dediğini anlıyoruz. Çünkü sonunda ekliyor “ davay davay..”

İii madem, teşekkür ettik düştük her türlü çöp, inek b..ku, vs. bulunan dere boyunca hafiften hafiften tırmanmaya. Başlarda da söyledim ya, orman bizim Bolu’da gördüğümüz, yaşadığımız orman ile aynı özellikte. Meşe var, fındık var, köknar var, kestane var… ee daha ne olsun, yaban ellerinde ustası olduğumuz bir ormana doğru yürüyoruz. Tek sorun arazi çok sert, yükseliş aniden başlıyor. Bir ara patikalar karışıyor. Deredekini takip ediyoruz. Güzel ve net bir patika. Kah sağından kah solundan dere boyunca yükseliyor. Aslında iyi de oluyor, güneş tepede, hava çok sıcak ve altımızda içemesek de dere, üstümüzde ormanın gölgesi, “ denk geldi..” diye düşünüyoruz. Arazi sert ve hızlı yükseliyor ya, e öyle 1400 metre Mestia’nın deniz yükseltisi, Koruldi gölleri 2700 metrede. 1300 metre net çıkış yapacağız. Dere’de irili ufaklı şelaleler çıkmaya başlıyor önümüze. Sonra 5 metrelik büyük bir şelaleye denk geliyoruz. Şelalenin solundan, patikayı kullanarak yolumuza devam ediyoruz. Sonra dere boyunca ilerliyoruz. Sonra daha büyük bir şelale çıkıyor önümüze. Bu şelalede sağından zor bela orman içine tırmanıyoruz. Çermeli tişörtleri giyenler neredeyse uçarak tırmanıyorlar. Fakat bu tişörtlere sahip olmayanlar zorlanıyor. Çermeli Örümcek Paşa orman içinde sağa sola muhtelif ağlar atıyor. Zorlanan arkadaşlar bu ağlardan faydalanarak tırmanıştaki birinci etabı atlatıyor. Artık dereden ayrılıyor 75-80 derecelik eğime sahip, orman olmasa, ağaçlardan tutunmasak bir dakika bile ayakta duramayacağımız bir arazide tepe yönünde duraklamalarla tırmanmaya başlıyoruz. Zemin ara ara düzeliyor, fakat sonra yan geçişler yaptıracak kadar çetinleşiyor. En son önümüze duvar gibi bir kaya çıkıyor. Önden Hasan Ç ile keşif tırmanışı yapıyoruz. Arkadan Çermeli geliyor. İp emniyeti alıp gurubu tırmandığımız noktadan birer birer yukarıya çekme hazırlığı yapıyorken Hasan Ç. Üç-dört metre solumuzda aşağıdan kıvrılarak gelen patikayı fark ediyor. Süratle patikadan inip güvenliğini test ediyorum. Sıkıntısız, çok rahat bir şekilde arkadaşların yanına ulaşınca, kaya tırmanışından vaz geçip patikadan bir üste çıkıyoruz. 40-50 metre sonra da geçtiğimiz ormanı düşününce duble yol zenginliğinde patikaya kavuşunca sevinç çığlıkları atıyoruz . Patikaya kavuşan gurup tepenin devamını koşarak çıkıyor.

Orman bitiyor ve yemyeşil boş tepeler görüntüye girmeye başlıyor. Orman içinde önen giderek guruptan kopan 6 kişi de solumuzda başka bir patikaya yeni ulaşmış, önce bağrışarak ses yoluyla haberleşiyoruz. Sonra altımızda, orman içinde tek katlı binanın üstündeki patikadan geldiklerini görüyoruz. On dakika sonra bütün gurup kamp yerimiz olan pansiyondan kafamızı kaldırıp karşısında gördüğümüz tepenin doruğuna ve demir hac’a ulaşmış oluyoruz. Hac’ın hemen yanında iki katlı çatılı bir platform var. Platformda başka ülkelerden, Gürcü sporculardan bir kalabalık oturmuş keyif yapıyor, atıştıranlar da var. Ama hepsinin başında manzara nefis. Tepenin doğusunda, aşağıda Mestia kasabası muhteşem bir manzara ile elimizin altında. Kuzey doğuda tepesi ve çevresi bulutlu Tetnuldi zirvesi bembeyez bir piramit gibi. Hemen arkasında bir piramit daha var. Kuzeyimizde önceki gün yürüdüğümüz Chaladi rotamızın sağındaki dağlar. Buradan güneş görmeyen köşelerindeki buz ve karlar ile seyretmesi doyumsuz bir manzara sunuyorlar.

Gurup olarak dağlara karşı toplu bir fotoğraf alıp kuzey batı yönünde, yani Ushba dağına, Guli geçidine doğru ucu bucağı görünmeyen ancak arazi araçlarının ilerleyebileceği yolda, Koruldi göllerine doğru yürümeye devam ediyoruz. Yol bir tepenin arkasına yöneliyor. Sonra başka bir tepe. Bir tepe daha. Bu tepelerden birinin eteğinde tek katlı, bahçeli bir domuz çiftliğine denk geliyoruz. Kadınlar isteyenlere su ve Khçapuri satıyor. Fırsatı değerlendirip dinleniyoruz da. Sonra tekrar başlıyoruz tepeleri aşmaya. Son tepe, derken en son tepeye geldiğimizde hırslanmış ve temponun da dozunu arttırmış bir şekilde yürümeye devam ediyoruz. Hiç ummadığımız bir anda göllerin olduğu platoya ulaşıyoruz. Plato dediğime bakmayın inişli çıkışlı minik tepelerin arasında bir sır var ve o sırt Ushba yönünde devam ediyor. Artık 2800 lü rakımlarda solumuzda, yani batı yönünde Guli geçidini gösteren tabela var. Gölle sağımızda, yani patikanın bulunduğu sırtın doğusunda ve minik tepelerin arasındaki düzlük ve çukurluklarda. Üç, dört ayrı göl var. Suları çekilmiş ve temiz değil göller. Bir tanesi 100 metre aşağıda ama önünde tepesi ve koltuk altları karlarla dolu dağları gören en son noktada. Yanına inip hayatımızda gördüğümüz en güzel manzara ile mest olmuş bir şekilde yarım saat mola veriyoruz. Göl durgun, en ufak bir titreme yok ve karşıdaki dağların görüntüsü çok daha net bir şekilde gölde duruyor. Ayrılmak istemesek de vakit ilerliyor, Mestia’ya dönüş yolumuzun uzunluğu ve akşam yemeğini de düşününce çok geçe kalmamak için istemeyerek de olsa dönüş yoluna düşüyoruz.

Dönüş yolunda 2750 rakımda hava parçalı bulutlu, karşımıza yanı kuzey doğu ve kuzeyimize düşen 5000 lik dağların etrafındaki bulutlar bir dağılıyor bir toplanıyorken saatlerce seyretmekten bıkmayacağımız manzaralar karşısında deklanşörlerimizi çalıştırıyoruz. Çıktığımızdan çok daha yavaş bir şekilde iniyoruz. Bulunduğumuz noktanın doğusunda 3900 sınırındaki dağların kuzey tarafları görüntümüzde ve beyazı ve yeşilini, hemen altlarından başlayan köknar ormanının kadifeyi andıran dokusunu zevkle izliyoruz.

19.08.2014. Ergün Erdem