BEŞ DAKİKADA 50 YILLIK DERS NASIL ALINIR ?

31 Mart - 1 Nisan 2012 tarihlerinde Mersin ili Mut İlçesinin Çömelek Köyü, Kıcaköy, Dereköy ve Karacaoğlan Köyü arazilerinde bulunan Sosun kanyonu geçişi ile Ermenek ilçesi sınırları içinde bulunan Yerköprü şelalesini görmek için Ankara’dan gece yarısı yola çıkıp Mut’a giderken İlçeye girmeden önce Neslihan Otelin bulunduğu dinlenme tesislerinde sabah saat 5:00’te mola verdik.
Açık havada yıldızları seyredip temiz hava aldığımız bir anda yanımıza başka otobüste yolcu olan, Ankara’dan Mut’a giden, genç ve dinamik biri yaklaştı. İyimser bir ifadeyle havanın güzelliğinden bahsetti. Adının Mustafa Demir olduğunu, emekli öğretmen olduğunu, 1946‘da öğretmenliğe başladığını, 30 yıl çalıştıktan sonra, 40 yıldır da ülkeyi dolaştığını ve emekliliğin tadını çıkardığını söyledi. Nereden gelip nereye gittiğimizi sordu. Spor amaçlı yürüyüş ve gezi için Sosun Kanyonuna gideceğimizi söyleyince ayaküstü bölgenin coğrafi özelliğinden, Karacaoğlandan, Karacakız’dan ve ülkemizin güzelliklerinde bahsetti. Ben tesislerde bulunan birbirinden uzakta yer alan Karacaoğlan ve Karacakızın heykellerinin neden birbirinden uzakta yapıldığını sormayı düşünürken ağzımdan “Genç kalabilmesinin sebebini ve hayata bağlılığını neye borçlu olduğunu” soruvermişim. Madem spor yapıyorsunuz deyip bir iki nasihatte bulundu. Orada öğrendiklerim sağlıklı bir hayat yaşayabilmek için 50 yıldır öğrendiklerim kadar değerliydi. Bir iki dakikada bildiklerini sıraladı. Birincisi, sigara içmedim içmem, bilmediğim dereden su içmedim içmem. Zihnimin açık olması için günde iki ceviz içi yerim, ağzımda acılık hissedersem bir iki “püskevit” ile birlikte yerim. Emin olmadığım yerden geçmem.  Yanımda kuru siyah üzüm taşırım, birkaç tanesi bile insanı saatlerce besler. Yanımda badem büyüklüğünde yuvarlak bir taş bulundururum, taşı çantasından çıkarıp göstererek, susuz kaldığımda ağzıma alırım, tükürük bezlerinin çalışmasını sağlar, birkaç gün susuzluğu engeller ve ağzı kurutmaz dedi. Onu hayretle dinlerken, süngerin suyu çektiği gibi söylediklerinin tek bir kelimesini bile kaçırmadım. 90 yıllık delikanlının dağarcığa açabilmek için “Karacaoğlan nerede yaşamış” diye sormayı düşünürken, “Ankara’dan gelip Mut’a giden yolcuların yerlerini alması rica olunur” anons duyulunca “benim otobüs gidiyor, Karacaoğlanı da siz gezip, araştırıp, öğrenin” diyerek 15 yaşındaki genç bir delikanlı gibi koştura koştura otobüsüne gitti. Ağzım ve gözlerim bir karış açık, şaşkın şaşkın ihtiyar delikanlının arkasından gıpta ile bakakaldım. Daha Karacaoğlan’ın hikâyesini dinleyemeden ayrıldık. Acaba, bu yaşa geldiğimde (eğer yaşarsam) ben de böyle koşabilecek miyim diye düşünmedim desem yalan olur. Bilge bir kişiyle yapılan 5 dakikalık sohbet 50 yıllık eğitime bedel olsa gerek.
Mustafa Abi gittiyse, Google Abi var deyip bilgisayara Karacaoğlanı sorduğumda; “büyük bir halk şairi olan Karacaoğlan'ın hayatı üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir bilgi yoktur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ve şiirlerinde yapılan incelemelerden onun 1606 da doğmuş 1670 yılında ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Her ne kadar doğduğu yer bilinmiyorsa da öldüğü ve mezarının bulunduğu yer bellidir. Kendisinin Güney Anadolu'da yaşayan bir Türkmen aşiretinden olduğu bilinir. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi pek çok yer gezmiş, aşkı ve tabiat sevgisini yaşadığı hayatı, çağının konuşma dili ile öz Türkçe olarak işlemiş ve anlatmış bir halk şairidir. Karacaoğlan’ın mezarının İçel'in Mut İlçesi'ne bağlı Karacaoğlan Köyü'ndeki (eski Çukurköy’de) Karacakız tepesi ile karşı karşıya olan Karacaoğlan tepesinde olduğu kabul edilir. Mezar Kültür Bakanlığı tarafından 1997 yılında anıt mezar haline getirilerek ziyarete açılmıştır” gibi bilgiler aldım.
Kıcaköy’den başlayıp Dereköye kadar Sosun Kanyonundaki sarp kayalıklardan, azgın sulardan ve aralarında zorlukla geçilen çalılıklardan kah heyecanlı, kah tedirgin ama canlı ve keyifli bir yürüyüş yapıp kanyon eteğinde mola verdikten sonra, yolcu yolunda gerekir deyip orman içinden geçip Karacaoğlan ve Karacakız tepelerinin önünden ilerleyip Karacaoğlan köyüne vardık. Köy adını ünlü halk aşığı Karacaoğlan’dan almış.
Karacaoğlan köyünde mola verdiğimizde, yorgunluğumuz geçsin diye bedenimizi esnetmek için yol kenarında kültürfizik hareketi yaparken bizim hareketimizi merak eden, el arabası ile yük taşıyan yaşlıca bir emmi ne yaptığımızı sordu. Ben de “yürüyüş yaptık, yorulduk da yorgunluğumuz geçsin diye hareket yapıyoruz” dedim. Emmi şaşkın şaşkın bakıp “insan yürümekle yorulur mu yahu, benim gibi çuval taşınanız haliniz ne olur” dedi. El arabası ile taşıdığı iki torba gübreyi yolun bittiği yere bırakıp çuvalın birini sırtladığı gibi engebeli tarlaya girdi. Öteki çuvalı da yanında gelen 5-6 yaşlarında iki küçük çocuk sürükleyerek arkasından götürmeye çalışıyorlardı. Çocuklara kıyamadım. “Durun bakalım çocuklar, onu da ben götüreyim” diyerek çuvalı sırtladığım gibi ihtiyar delikanlının arkasından devam ettim. Birkaç yüz metre ileride bulunan bahçesinin kenarına çuvalı bıraktı. Ben de bıraktım. Geri dönerken sohbet ettik. 4 çocuğu olduğunu, hepsinin de ikişer üçer olduklarını, yani evlenip çoluk çocuğa kavuştuklarını söyledi.
Karacaoğlan’ın mezarını sorduğumda derin bir soluk alıp anlatmaya başladı. Şu tepe Karacaoğlan tepesidir. Yukarısında Karacaoğlanın mezarı vardır. Arkasındaki tepe ise Karacakız tepesi olarak bilinir ve Karacaoğlan’ın yavuklusu Karacakız’ın mezarı da oradadır.  Karacakız bir beyin kızıdır. İsmi Elif olarak bilinir. Karacaoğlan, elinde sazı, yayladan yaylaya dolaşan işi, gücü, tarlası, takası, obası, sürüsü olmayan garip bir âşıktır. Yayladan yaylaya gezerken karşılaştığı Karacakıza gönlünü kaptırmıştır. Karacakız’ın babası ise oymak beyidir, kızını Karacaoğlan’a, yani sevdiğini vermez. “zengin zengine”, “herkes dengine” diyerek kızını hali vakti yerinde başka biriyle evlendirir. Karacaoğlan ile Karacakızın mezarları hayattayken buluşamadıklarını ve birbirlerine kavuşamadıklarını göstermek için karşılıklı iki tepeye defnedildiği söylenir.
Karacaoğlan Tepesinden karşıdaki tepeye doğru sürekli rüzgâr eser durur. Karacaoğlan tepesinde yüzyıllar öncesinden sürüp gelen bir uğultu olduğu dilden dile aktarılır. Rüzgârın taşlara ağaçlara vurmasından kaynaklanan bu uğultu bazen yanık bir Türküye, bazen acı bir iniltiye, bazen de dinleyeni rahatlatan bir ninniye benzer dedi.
“Fotoğrafını çekeyim mi” dedim. “Eh, hadi çek bakalım” dedi. Yoksulluk içinde olduğu, ama durumundan memnun olduğu her halinden belliydi. Fotoğrafını çekerken üstünü, başını, kaşlarını ve şapkasını düzeltti. Kendine göre düzgün bir hal alıp güzel bir poz verdi. Beş on dakikada nasıl da samimi oluvermiştik. Beş dakikada anlattıkları için midir, yoksa içten gelen samimiyetten midir, sanki birbirimizi 50 yıldır tanıyor gibiydik. Neden şehirlerde karşılaşılan insanlarla böyle kısa sürede samimiyetler kurulamadığını bir türlü anlayabilmiş değilim. Bekleyen arkadaşlarımın yanına gitmek üzere müsaade istemeyi düşünürken, “gün batmadan işlerimi bitirmem lazım” deyip o benden müsaade istedi. Vedalaştık.
Arkadaşlarımız, bizi davet eden köylünün evinin önünde dinlenirken evin hamarat kadını, kızı ve gelinleri ile bir olup gözle kaş arasında saçta bazlama yapıp çay demlemişler. Kuyularda bekletilerek küflendirilip lezzetine lezzet katılan küflü peynirle bazlamayı bizlere gözleri ışıldayarak ikram ettiler. Afiyetle yedik. Anadolu’nun cefakâr, vefakâr, misafirperver ve samimi insanlarını doğa ile baş başa bırakıp yolumuza devam etmek üzere Karacaoğlan Köyünden ayrılırken “köylü bu milletin efendisi olmayı boşuna hak etmemiş” dedim kendi kendime. Bu milletin sırtının yere gelmeyeceğini düşündüm ve göğsüm kabardı.  

02.04.2012. Hasan Çoban